Patronsuz Medya

Facebook

Fersan Cevriye - 3 Nisan 2011  


Uzun yıllar en yakın dostum oldu. En özel konuları paylaştık onunla. Sonra farklı şehirlerde yaşamaya başladık. Ama irtibatımızı yine de tam olarak koparmadık.

Sonra Facebook girdi hayatımıza…

Orada da "arkadaş" olduk.

Ve işte o zaman yabancılaştık.

* * *

Onu birçok kez telefonla aradığım halde, o beni ne arıyor ne de halimi hatırımı soruyordu artık. Ama Facebook'tan sanal öpücükler ve sanal çiçekler gönderiyordu.

Halbuki ben ondan bir tuşla herkese gönderilebilen konfeksiyon öpücükler ve dürtmeler yerine, yazdığım maillere bir satır da olsa cevap vermesini ya da bir kerecik de telefonla arayıp sesini duyurmasını bekliyordum.

Çok kez yaşadığım şehre davet etmiştim onu. "Fırsat bulursa muhakkak geleceğini" söylüyordu. Ama hiç gelmedi.

Sonradan öğrendim ki, birkaç kez gelmiş aslında. Bunu da Facebook'tan öğrendim. Oradaki albümünde tam da onu davet ettiğim tarihlerde aslında benim çok yakınımdaki bir semtte olduğunu gösteren fotografları vardı.

Başka bir gün, yine Facebook'tan yayınladığı fotograflarından, evlendiğini öğrendim.

Bana oradan çiçek böcek mesajları gönderiyordu ama evleneceğinden haberdar etme zahmetine girmemişti.

Sormuştum kendime:

- "Biz hâlâ arkadaş mıyız, ne yapıyoruz burada, paylaştığımız nedir?"

Galiba arkadaşlık bitmişti.

Bunu -sağolsun- Facebook'tan öğrendim.

* * *

Bu konuda anlatılabilecek örneklerden biri bu. Sözüm ona bir sosyalleşme ağı olan Facebook, benim özelimde iddia edilenin tam tersi etki yarattı. Önceden bir araya geldiğimizde havadan sudan ve güle oynaya sohbet edebildiğim yakınlarımla arama derin mesafeler koydu.

Kiminin bebekliğini bildiğim, kiminin mamasını yapıp altını temizlediğim, kiminin bayramda elini öpüp harçlık aldığım yakınlarım. Bu insanlarla artık nasıl bir araya gelip konuşabilirim, bilemiyorum.

Meselâ, çocukluğunu bildiğim bir akrabam şöyle bir gönderiyi "beğenmiş", tavsiye ediyor:

- "PKK leşlerine şehit diyen Yılmaz Erdoğan'ı artık TVde görmek istemiyoruz. Vatanını seven paylaşsın!"

Bu gene iyi. İşi şansa bırakmadan küfürünü peşinen eden kişiler de var Facebook'ta.

- "Ne mutlu Türk'üm diyene grubuna üye olmayan, tavsiye etmeyen şerefsizdir."

Bu durumda, ben de o şerefsizlerden biri oluyorum.

Soru yok, muhatabının bakış açısını anlama çabası, hatırını sayma inceliği, kalbini kırmama kaygısı yok.

Bu ve benzeri gönderileri "beğenip" kendi sayfasına ekleyen tanıdıklarımla aynı ortak paydada buluşabilir miyiz gene eskiden olduğu gibi?

Kökenini Boşnak, memleketini Saraybosna olarak seçmiş büyüklerimin, aynı zamanda "Ne mutlu Türk'üm diyene!" ezberini sopa zoruyla kabul ettirmiş olan zihniyeti tıklayıp "beğenmeleri" bana ironik görünüyor. Peki, bunu onlarla gerçekten tartışabilme şansım var mı?

Biz hâlâ hısım akraba, komşu, ahbap mıyız? Eğer öyleyse, Facebook üzerinden yaşanan bu kutuplaşma nasıl açıklanabilir?

Kürtler, Ermeni Meselesi Hallolunmuştur, 12 Mart- 12 Eylül, Yanlış Cumhuriyet gibi kitapları okumuşken, ülkemdeki insanların birbirine ettiği zulümden -ve bunca zaman benim bunlardan haberdar olmayışımdan- utanırken, nasıl olur da bu utancımı daha baştan "şerefsizlik" olarak tanımlayan zihniyet ile aynı yerde durabilirim?

* * *

Otobüs yolculuklarının başlangıcında, yanımda oturan yabancıya önce "merhaba, iyi yolculuklar" dileğinde bulunurum, çoğu insanın da yaptığı gibi. Eğer hiç yanıt gelmez ya da buz gibi bir karşılık verilirse aklıma şu gelir:

"Acaba yolda başımıza bir kaza gelse, bu insan bana o durumda da bu kadar düşman ve yabancı kalır mıydı?"

Benzer acıları yaşamamış, paylaşmamış ya da unutmuş olan insanların, denetimsiz, özgür alanlar olan sosyalleşme ortamlarından; yüzlerini görmedikleri, tanımadıkları ve kafadan düşman bellediklerine fütursuzca saldırabiliyor olmalarında bir acaiplik yok mu?

Yılmaz Özdil ya da Emin Çölaşan'ın nefret kusan dili dışında örnek alınabilecek bir model yok mu sahiden?

Nasıl oldu da yediden yetmişe herkes böylesine "politize" oluverdi? Başka bir sohbet mi kalmadı, bilemiyorum.

* * *

Birkaç yıl önce şarkıcı Teoman konuk olduğu bir programda -mealen- şöyle bir şeyler söylemişti:

- "Siyasetin akrabalarımla, sevdiklerimle olan ilişkimi bozmasına izin vermem. Ailemde hem başörtülü insanlar hem de kemalistler var. Ayırmadan hepsini sevgiyle kucaklarım, benim öncelik sıralamam onların varlığıdır."

Umarım ki bu sınırı geçmemiş olalım.

* * *

Seksenli yıllarla birlikte toplumun büyük çoğunluğunun depolitize olduğu tespitini okumuştum bir yerde. Doğru mudur, tartışılır. Peki, acaba ikibinli yıllar nasıl bir etki yarattı üzerimizde?

Medyada gördüğümüz neredeyse her şeyin Facebook sayfalarında yansımasını bulmak mümkün. Sanki yıllarca televizyondan seyredilmiş tartışma programlarının staj alanı gibi buralar. Gündelik hayatlarında bambaşka şeyler yaşayan ve normalde bu tür konularda tek kelime etmeyecek olan insanlar, oturmuşlar klavyenin başına çakada çukada "kanaat" bildiriyorlar.

İnsan sevgisinden nasibini almamış gazete yazarı "asalım keselim" diye doğruyor köşesinden, onlar da bu idam çığırtkanlığını en yüksek perdeden "yorumluyor", "beğeniyor", "paylaşıyorlar" .

Acaba az çok danıdığım, acılarına ve sevinçlerine tanık olduğum bu insanların içi benim sandığımdan daha mı fazla kararmış durumda? Ve bu hal, sosyal ortamlar sayesinde daha görünür bir hale mi geldi? Yoksa medyanın standart dili haline gelen nefret söyleminin cazibesi mi onların kimyasını bozdu, bilemiyorum.

* * *

Sadece nefret dolu olanlar değil, "çook seviyorum" yorumları da en az onlar kadar yer kaplıyor Facebook'ta.

En tipik bulduğum şekli (genelde iki bayan arasında geçiyor) şöyle:

- (Eklenen fotografa atfen) ayyy harika çıkmışsın, allah nazardan saklasın!

- çooook teşekkür ederim canııım!

- aşşşkkım sizi çook ama çoook seviyoruz.

- biz de hayatım, iyi ki varsın!

Sonra düşünüyorum; sahiden de bu insanlar birbirlerini bu kadar çok mu seviyor?

* * *

Bir de "fotograf paylaşma" konusu var ki, bence sosyoloji tezi konusu olabilecek cinsten.

Minnacık halini bildiğim bir yakınım var. Evlenip doğum yaptıktan sonra bunalıma girdi. Bir süre bakmak ve emzirmek istemedi bebeğini. Şimdi sayfasından neredeyse saniye saniye çekilmiş fotograflarını yayınlıyor bebeğinin. Onlarca. Bir çeşit arınma mı yaşıyor, özür mü diliyor, anlayamıyorum.

Ama son derece insanî bulduğum bunalımı hakkında bir yüzleşme belirtisi göremiyorum bu açılıp saçılmada. Sadece "çoook ama çoook sevilen" çocukların kare kare fotografları var.

Sevgisini yargılamaya hakkım yok, zaten şüphem de yok. Ama o neden bunu bu yolla kanıtlamaya ihtiyaç duyuyor, merak ediyorum.

Derdinin okumak, öğrenmek, hayatı anlamak olduğunu sandığım bir diğer yakınımın 10 değil, 20 değil tam 500 küsur fotografını oraya yerleştirmesini de anlayabilmem şimdilik mümkün görünmüyor.

Keşke bütün bu gözlemlerimi bizzat onlara söyleyebilme şansım olsaydı. Ne yaparsın ki herkes çok meşgul. Facebook'ta fotograf ve görüş paylaşıyorlar.

* * *

Kardeşimin bu konuda çarpıcı bir tespiti var. Sözü onunla bitireyim, kapak olsun.

- "Önceden insanlar evlerinde başka insanların hayatlarını magazin programlarından seyrederdi. Şimdi bizim gibi sıradan insanlar da Facebook'tan kendi magazinlerini yapıyorlar."

Aferin sana kardeşim!

Yorumlar

Yukarıdaki tespitlere aynen katılıyorum ve dahi müsaadeniz olursa Facebook sayfamda duvarımda paylaşacağım. Yok, siz bunu sayfanıza eklerseniz de "beğen" tıklayacağım.

Eklemek istediğim: Tam tersine bu sosyal paylaşım mevzuunu faydalı hale getirebileceğimiz.

Nedir? İkinci üretim hadisesi. Sevdiğiniz bir konuyu işleyen bir yazıyı gördünüz, bunu arkadaşlarınızın da görmesini istiyorsunuz, paylaşmaya niyetlendiniz. Paylaşmak için duvarınıza yollarken, kısa bir özetle kendi fikirlerinizi yazarsanız ve hatta uyanıklık yapıp bir de tartışma çıkartacak bir cümle koyuverirseniz o zaman işe yarıyor. Yoksa resim yorumları, video yorumları, doğum günü kutlamaları falan yasak savmadan başka şey değil. Dostlar alışverişte görsün.

Ahmet Faruk Yağcı - 4 Nisan 2011 (07:49)

En bilgili arkadaşım Google, en eğlencelisi YouTube, en dedikoducusu ve meraklısı Facebook, en iyi sırdaşım, dert ortağım ise Blogger…

Dijital Klavyeli - 4 Nisan 2011 (18:09)

Fersan Hanım, facebook ancak bu kadar güzel tanımlanır, anlatılır. Güzel yazı bu olsa gerek. Kendi yazmak isteyipte cümleye dökemediklerimizi bizim için yapmışsınız." Hislerime tercüman oldunuz" klişesi bu yazıya bire bir uyuyor. Klavyenize sağlık. Saygılarımla.

Sima Mcgregor - 4 Nisan 2011 (21:36)

Ben hızlı iletişim araçlarının kullanılmasının bilgi diktatörlüğünü yıkıp bilgiyi daha da yaygınlaştıracağı kanaatındayım. Onu kullanmayın eski iletişim şekliyle devam edelim demiyorsunuz anladığım kadarıyla.

Hasan Şükrü Dal - 9 Nisan 2011 (10:18)

"Bilgi diktatörlüğü" dediğiniz şey, bilginin elit bir kesim (örneğin, Bürokrasi) tarafından sınırlandırılabildiği, sansür edilebildiği durum ise, bu sınırlama pekalâ internet ortamında da mümkün.

Şu an itibariyle yapılan kaba yasaklamaları, toptan portal karartmaları kastetmiyorum. Kritik bir bilginin parazitlendirilmesi ya da etrafının moloz bilgi yığınıyla doldurularak kamufle edilmesi gibi daha rafine sansür biçimlerini kastediyorum.

Yani teknolojiye aşkın bir değer atfetmek yanlıştır. Milyon yıl önce taşın yontulup balta yapılması da teknolojidir ve salt bugüne has değildir. Teknoloji, zihinleri özgürleştirmez, ama özgür zihinler teknolojiyi daha farklı kullanabilir.

Selim Atak - 9 Nisan 2011 (20:19)

Sorun, Facebook kullanıcısı olmak değil, bu tür mecrayı zincirden boşanmış bir şımarıklıkla ve tamamen eğlenceye dönük olarak kullanmak.

Mürsel Conta - 9 Nisan 2011 (20:27)

Bilginin yaygınlaşmasına sansür koymak veya sınırlandırmak anlamında söylemedim 'bilgi diktatörlüğü'nü, bilginin dar bir çevrede kalması anlamında kullandım…

Özgür zihinler nasıl oluşacak, yine azınlık bir çevrede mi yoksa yaygın ve herkese daha yakın olarak mı? Bilgiye insanlar nasıl ulaşacak hızlı bir şekilde? Başka bir öneriniz var mı? Facebook kullanıcısı olmak neden sorunlu olsun ki? Tamamen eğlenceye yönelik kullananların size ne zararı olabilir?

Hasan Şükrü Dal - 10 Nisan 2011 (00:29)

İletişim araçları hızlandıkça, iletişimin kendisi güme gidiyor, yazık! İnsan bu hıza ayak uydurabilecek bir varlık türü değil ki. Herhangi biriyle/bir şeyle iletişmek de bu denli hızla mümkün değil zaten. Her şeyden önce baş dönmesi, mide bulantısı yapıyor.

Cep telefonlarının yaygınlaştığı ilk dönemlere ait bir klişe vardı. Cep üzerinden konuşmak istediğiniz biri biraz dara düştü mü hemen o klişeye sarılır "döncem ben sana" der, bir anda sıvışır, sonra ne arar ne de sorardı. Sanırım bu "mış gibi yapan" yaşam formu o günlerin bir devamıdır. Yolları açık olsun diyelim.

Kaleminize sağlık Fersan Cevriye. En az bu yazınızdaki kadar zihnime, algılama hızıma, hazmetme becerime saygı duyan "ağırlıklı" yeni yazılarınızı da bekliyor, okuyucuyla kurduğunuz dostluğun, duygudaşlığın, teknolojik duman bulutu içine de nüfuz edip, dürtülerek iletişenlere bir örnek oluşturmasını umuyorum.

Döncem Ben Sana - 10 Nisan 2011 (10:47)

'Güme gitmek' kavramı bütün bir olayı açıklıyor ise ne alâ. Cep telefonundan geri dönülmemişse o iki kişi arasındaki sorun. Günümüz dünyasında sadece ansiklopedik bilgilerle yaşanmıyor. Bugün internet sitelerindeki bütün bilgilere zaten istesek de ulaşmak için 200-300 yılda ulaşamayız bilgisayar önünden kalkmadan. Ayrıca akademik bilgilerin hepsine tamamen ulaşmak zor.

Dünyanın yaşını bir kesim 6000 yıl olarak söylüyor ve belirliyor. Bilim ise 4, 5 milyar yıl. Bugün hayatın bir ironisi olarak 6000 diye inananlar yaşadığımız dünyada çoğunlukta ve fikirlerini bu araçlarla hızlı bir şekilde iletiyorlar… Neden hızlı iletişime karşısınız anlıyamadım.

Ayrıca yazıyı yazan kişiye teşekkür ediyorum, o anladığım kadarıyla duygusal bir yaklaşım amaçlamış ve başarmış. Benim sözüm bu yaklaşıma değil. Eğer bilgi yaygınlaşmaz ise birtakım insanların elinde (bu insanlar kim olursa olsun) tekelleşmesinde.

Hasan Şükrü Dal - 10 Nisan 2011 (16:54)

İnternet için "spermatik" terimi kullanılıyor. Yani, içine girdiği şeyi (hayatımızı) dölleyen, başka bir varlığın (meselâ hızlı bilgi akışının) doğmasına neden olan ve geri döndürülemeyen bir süreç başlatan anlamında.

Bu yazıların yazıldığı mecra internet olduğuna göre, buradaki tartışmacıların hiç birinin internete ve onun sağladığı hızlı bilgi akışına ve bilgi bolluğuna ve istenilen bilgiye kısa sürede ulaşılabiliyor olmasına karşı olmadığını peşinen var sayabiliriz.

Demek ki eleştirilmeye çalışılan şey, bu bilgi deryasında pusulamızı şaşırma, iletişiyoruz zannederken daha da yalnızlaşma, zihin berraklığımızı kaybedip bunun farkında olamama gibi riskler olsa gerek.

Tabii ki ne cep telefonu, ne internet, ne de bir başka teknolojik ilerleme, kendi başına "kötü" olarak damgalanamaz. Damgalayan da yok zaten (En azından burada yok. Ama her nedense, internette web sitesi yapan ilk gazete Zaman, son gazete Cumhuriyet; Sözcü gazetesinin ise hâlâ bir web sitesi yok. Eh, o zaman "teknoloji eşittir ilericilik" tezini bir daha sorgulasak mı acaba?)

Selim Atak - 10 Nisan 2011 (17:34)

İnternet veya sanal paylaşım yorum yapanlardan Ahmet Faruk'un dediği gibi biz nasıl kullanırsak o yönde olur. Facebook denen şey - ben kullanmıyorum- sizin nasıl algıladığınızla ilgili. İyi kullanırsak iyi, kötü kullanırsak kötü. Bu sadece facebook için değil internetin kendisi için geçerli.

Tespitleriniz gerçekten doğru ve bu anlattıklarınızdan ötürü ben de kullanmıyorum. O yozlaşmanın bir parçası olmamak adına.

Sağlıcakla.

İdealist - 1 Mayıs 2011 (18:12)

Bu günlerin geleceğini eski blog severlerden birisi olarak görmüş ve direnmiştim uzun zaman. Ama gün geldi ki insanlara duyurmak istediğim en basit konularda bile "aaa facebook yapsana, dakikasında yüzlerce kişiye ulaşırsın" cümlesinin gerçekliğinden ben de kaçamadım. Tespitlerin doğruluğu ve "bu konuda yalnız olmadığımı bilmek" iyi geldi doğrusu. Moda deyişle "iyi ki varsınız" deyip, bir de gülücük ikonu kondurursam tam olacak. Ama kondurmayacağım. Görüşmek üzere.

Hülya Yalçın - 3 Mayıs 2011 (10:38)

Ve artık o yozlaşmanın bir parçasıyım. Direndim ama şimdi içindeyim. Büyük konuşmamak gerekmiş anladım.

İdealist - 26 Mayıs 2011 (00:29)

Zaytung'da bir son dakika haberi:

"Apartman kapı ziline adını yazmayıp Facebook'ta aile soy ağacını yayınlayanlar grup kurarak büyümeyi hedefliyorlar…" http://www.zaytung.com/

Battal Takoz - 23 Haziran 2011 (01:07)

Bir de Twitter var.

İlkokul arkadaşlarımızı, bayramdan bayrama gördüğümüz akrabalarımızı ekleyerek başladık. Fotoğraf koymalar, video paylaşmalar, onu beğen bunu şikâyet et tarzında facebookkolik olduk. Arayıp hatır sormak yerine duvarlara yazdık "ay canım nasılsın bayadır görüşemedik."

Facebooku olmayanı dövüyorlar şeklinde yaşarken birden o çıktı karşımıza TWİTTER.

Burda öyle fotograf koymalar, beğenmeler, paylaşmalar falan yok. Profilde tek bir fotograf, kendi seçtiğimiz bir arka plan, sağ tarafta follow tuşumuz var. Bir de bizim takip ettiklerimizin küçük küçük resimlerinin olduğu bir alan, takipçilerimizin, takip ettiklerimizin sayısının yazdığı ufak kutucuklar var.

Baktım birkaç arkadaşım açmış, hadi dedim sen de aç.

Açtım açmasına ama önce biraz idrak edemedim. Bune bune diye karıştıra karıştıra çözdüm olayı. O uzun kutucuğa aklından geçeni yazıyorsun o kadar.

Biraz zaman geçince bir hoşuma gitti sormayın. Yazıyorum da yazıyorum. Yüz kırk harfçik ama olsun yetiyor insana. Kendi kendine konuşuyor gibi olduğun da oluyor. Arada birde @ayşemayşe yazıp arkadaşına lâf atıyorsun. O sana cevap atıyor öyle sürüp gidiyor.

İşin garibi, sanatçılar da twitterın canı okuyorlar. Konser haberleri, albüm reklamları… Bazen magazin haberlerinde küs olarak öğrendiklerimiz karşımıza çıkıyor. Bir bakıyorsun can ciğer kuzu sarması. Kalpler, öpücükler havada uçuşuyor.

Facebook bizi bire bir ilişkilerimizden soğuttu. Bir şeyler yapmak, gezmek yerine arkadaşlarımızla 'chatte' konuşur olduk. O gruba bu gruba üye olup rengimizi belli ettik. Bunlar yetmedi. Şimdi de twitter. Daha bir bireysel paylaşım sitesi ama yine de bize iyi gelmiyor. Kopuyoruz. O ne yazdı bu ne yazdı o nerede bu nerede derken bilgisayar başında harcıyoruz güzel zamanımızı. Kitap okumak yerine 'tweet' okuyoruz.

Yazık. Çıkın gezin eğlenin! Konuşun paylaşın, tweetlemeyin!

Sena Kılıç - 27 Haziran 2011 (18:42)

Siz gene Facebook'a kendinizi pek kaptırmayın ama gene de Hızlı Gazeteci severlere iletmek istediğim bir haberim var.

Gazeteci Kürşat Akyol'un Facebook'ta açtığı bir grup var Hızlı Gazeteci için. Birkaç yıldır var aslında. Facebook'taki son değişikliklerden sonra mevcut üyelikler bir çeşit askıya alınmış durumda. Dolayısıyla grupta kalmayı isteyen üyelerin sayfayı bir kez daha ziyaret edip mevcut üyeliklerini yenilemeleri gerekiyor.

https://www.facebook.com/groups/6185962226/

Fersan Cevriye - 4 Mart 2012 (21:03)

Sosyal medyada kim oluyoruz? Hangi özelliklerimizle temsil ediyoruz kendimizi, kimlerle sosyalleşiyoruz? Böylesine dinamik bir dünyada hangi yüzler çıkıyor karşımıza?

Sosyal Medya'daki İdol, Diva, Gözlemci, Voldemort, Kritik, Guru, Filozof, Gerilla vd tipleri inceleyen bir yazı:

Sosyal Medyada kimsiniz? (Tuğba Kıraç - Radikal)

Sema Koçak - 18 Mart 2012 (11:50)

Derkenar dediğin sahipsiz bir bostan, elini kolunu sallayan dalıyor sayfaların arasına, meşrebine göre bir yazı seçip kendi sitesine yamıyor. Ne de olsa biz gâvuruz, alın terimiz göz nurumuz da ganimet. Bu web mecmuasına emek veren insanlara dil ucuyla da olsa danışmak, helâllik istemek, fuzulî iş.

Tesadüfen fark ettik, bu sayfadaki yazıyı da hamuduyla götürüp sitesine eklemiş uyanığın teki.

Bu hırsızlığa ev sahipliği yapan sitenin adı da pek nezih: "İslâmî Düşünce Platformu!"

İslâm'ın altıncı şartı "beleşçilik" mi yoksa?

Bu cennet ehli müminlere "ayıptır, günahtır" falan diye bir uyarıda bulunmak isterdim ama sitede ne iletişim linki var ne de onlara ulaşmamızı sağlayabilecek başka bir özellik. Sadece üye olanların şifreyle girebildikleri ve ganimeti kendi aralarında paylaştıkları dış dünyaya kapalı bir yer.

O nedenle, "mümin" kullara bu mecradan bir ayet indirmek zorundayım:

Çocuklar. Yaptığınız şeyin adı hırsızlıktır, kul hakkını gasp etmektir, haram yemektir. Artık ne diyeyim, gözünüze dizinize dursun.

Amin.

Cebrail Aleyhisselâm - 15 Nisan 2012 (23:21)

Facebook hesabımı nihayet geçen gün kapattım.

Eleştirdiğim halde ne diye onca zaman devam eden bir hesabımın olduğunu sadece bir tek sebebe bağlayamam. Sanırım arkadaş listemdeki insanların en azından bir-ikisi oradan tıklayıp Derkenar'ı okur diye umdum ve bir tür tanıtım panosu gibi gördüğüm için açık tuttum onca zaman.

Peki şimdi niye kapattım?

Geçen gün gene Facebook'u açmıştım ki bir baktım kuzenlerden birinin hastane yatağında çekilmiş boy boy fotografı. Baygın, renk beniz atmış, kolunda serum takılı…

Bir değil, birkaç tane benzer fotograf. Bazı arkadaşları bu fotografları "beğenmiş", bazıları da "aman geçmiş olsun, canım cicim" türünden yorumlar yazmış.

Ters bir günüme denk gelmiş olmalı. "Ne oldu, hayırdır inşallah" falan demek gelmedi aklıma. Nasıl olduysa herkese birden diskur çekeceğim tuttu.

- "Neden bu tür fotografları paylaşıyorsunuz? Ve neden bir insanın hastane yatağında fotografı çeklir, böyle alenî bir yere konur?"

Cevap gecikmedi:

- "Telefonlar susmuyor. Bu fotograflar beni merak edenler için konuldu. Herkes istediğini paylaşmakta özgürdür. Beğenmiyorsan bakmazsın canım."

Beğenemiyordum hakikaten de… Baştan söyledim. Ben de bu tür "kişisel" sergilere yüreğim dayanıp bakamadığım için sonunda kapattım hesabımı ve üzerimden büyük bir yük kalktı.

Fersan Cevriye - 8 Mayıs 2013 (15:44)

Bak bunu facebook hesabında görüp altına "beğen"lerimi itina ile kondurup, haklısın diye başlayan birkaç afili cümle yazardım meselâ. Şaka bir yana gerçekten günden güne daha da çirkin olmaya başladı. Yararı zararının altında kalırsa sanırım ben de aynı şeyi yapacağım. Büyük bir yük olduğu konusunda hemfikirim. Sevgiler.

Hülya Yalçın - 21 Kasım 2013 (01:06)

Sitede twitter yazısı olsaydı onun altına yazacaktım ama yok galiba. Ben de buraya şey edeyim görüşlerimi.

Hükümetimizin "özgül ağırlık" bakanı ve sözcüsü sayın Arınç bakınız ne diyor:

"Bir arkadaş makale yazıyor içinde kumpas diyor, bir başkası çıkıyor 2000 kişilik liste diyor. Biz twit hesabımızdan hiç bir şekilde kimseyi rencide edecek veya herkesin ilgisini çekelim de flaş bir şeyler yazalım trend topic olsun falan hevesi içinde değiliz. Ciddi şeyler yazmaya çalışıyoruz. Ama bu öyle bir hastalık haline geldi ki bazı bakan arkadaşlarımız bile çıt, çıt, çıt sabahtan akşama kadar bunlarla uğraşıyorlar. Bu iş değil Allah aşkına, bu işten vazgeçsinler. Bakanlar başta olmak üzere. İkincisi danışman sıfatını taşıyanlar. Sabahtan akşama kadar şu kadar twit attım, şu kadar retweet oldu, bilmem ne oldu. Elinin körü oldu." Danışmanlar çıt çıt çıt tweet atıyor…

Herkes argo konuşur ama bu kadar yerli yerine oturtamaz. Hay ağzına sağlık diyor, özgül ağırlığından öpüyorum sayın Arınç'ı.

Hayatın sırrını twitlerde arayan -ve tebliğ eden- bilumum network ahalisine de kucak dolusu sevgiler gönderiyorum buradan.

Sıradaki şarkı seven kalpler için geliyor: Middle of the Road - Chirpy Chirpy Cheep Cheep

Esra Rengiz - 3 Ocak 2014 (13:03)

Sosyal medyaya neden böyle hücum ettiinizi hiç ya da pek anlayamadım. Ben $ahsen sosyal medya yokken nasıl ya$ıyormu$uz die $a$ırıyorum. Feys sayesinde bir sürü yeni arkada$ım oldu, hatta aramızda kalsın ni$anlımlan bile feyste tanı$tım. Beenmiyorsanız kullanmayın ama bari $ey atmayın yani.

Selvi Özçekim - 10 Mayıs 2015 (10:34)

Yazınıza internette arama yaparken rast geldim. Yazılalı çok olmuş. Gene de merak ettim. Bunca insan face kullanırken siz uzak kalmayı başarabiliyor musunuz yoksa hem eleştiririm hem takılırım diyenlerden misiniz?

Meryem Yılmaz - 10 Aralık 2018 (13:57)

Facebook hesabımı tam da yazarımız ile aynı zamanlarda kapatmış birisi olarak ben - alel acele - yanıt verebilir miyim?

Efendim, oradan 'uzak kalmayı başarabilmek' ne demek? İç huzuru buldum. Akşamları orada harcadığım saçma sapan zamanımı daha iyi değerlendirme olanağım var artık.

Üstelik, paylaştıklarımla ilgili yapılan yorumlara ya da paylaştıklarımın lûtfedilip sorulmadan, hooop başka mecralara aktarılmasına şişip şişip, uykularımın kaçmasından kurtulmuş oldum.

Oooh…

Tavsiye ederim. Ne çok zaman harcıyor olduğunuza şaşıp kalacaksınız…

Yeminle…

Melih Özel - 15 Aralık 2018 (21:13)

diYorum

 

Fersan Cevriye neler yazdı?

48
Derkenar'da     Google'da   ARA