Patronsuz Medya

Mahur Beste

Büdütör - 22 Ağustos 2013  


Bir dostumuz, refikimiz, öyle bir yorum yazmış ki, okuyunca sabah sabah içime kan oturdu:

"Derkenar'a konuk olduktan sonra, ilk kez yazılarıma bu denli uzun yorumlar yapıldı. Aslında, yazılarımın altında yorum görmeyince hiç dikkat çekmiyorlar zannediyordum. Bir türlü gündeme ait yazamıyorum diye de hayıflanıyordum. Bu yazıdan sonra şeytanın bacağını kıracağım galiba." (Gökhan Akçiçek → Yazmak üzerine)

Değerli ve ince ruhlu kardeşimin bu duygusunu çok iyi anlayabildiğimi sanıyorum. "Marifet iltifata tabidir" derdi eskiler. İnsan yüzünü topluma dönüp iki çift lâf edince, haliyle karanlık salondan bir yansıma, olmadı, bir iki öksürük umuyor.

Hele bir de lâfa karışmanın gayet zahmetsiz ve şipşak olduğu internet ortamında yazıyorsa, doğal olarak "bu yazdıklarım okunuyor mu, okunuyorsa beğeniliyor mu, beğeniliyorsa neden hiç kimsenin gıkı çıkmıyor" diye düşünüyor.

Onca seneden beri dünyayı bu denizaltının dar periskopundan izlediğim için, aslında hangi yazı ne kadar yorum alır, daha yayınlanmadan kestirebiliyorum.

Bunun yazı sahipleri tarafından da çok önemsenen mevzu olduğunun farkındayım. Emin değilim ama belki elinde metreyle "onun yorumu kaç santim, benimki kaç santim" diye ölçenler bile vardır.

Aslında cevap basit: Yazdığın yazı bol yorum alsın istiyorsan, güncel siyaset yazacaksın, en bağnaz ve hazımsız kesim hangisiyse ona çakacaksın. Dene bak, gör ondan sonraki tangırtıyı… (Bu yakınlarda bir yakînim denemiş, oradan biliyorum.)

13 yıldan beri kapının yanındaki ufak iskemleye ilişmiş, geleni gideni kollayan, çıkanların ellerine kolonya döken, uygunsuz yerlere çörekenmiş bilek kalınlığında ve dört lüle cümleleri deliğe itip fayansları kırklayan biri olarak, şu gözlemimi de paylaşayım: Yazılarına en çok yorum yazılanlar, diğer yazıların altına en çok yorum yazanlar arasından çıkıyor. Yani "göz kontağı" durumu…

Bir çeşit bumerang etkisi bu; kişi, etrafıyla kurduğu ilişki ne kadarsa, ne kadar gülümsüyor ne kadar selâm veriyorsa, etraftan o kadar selâm alıyor.

(Derkenar'ın en hatırnaz ve selâmlaşma helâlleşme konusunda en fazla titizlenen kişisi olarak, bahse konu dostumuzun yazılarının altına nispeten daha az yorum yazılıyor olmasını, dilinin kışkırtıcı olmamasına, netameli konuları kaşımayan zarif yaklaşımına bağlıyorum. Bence bu hal çok daha değerli. Nedir ki yorum dediğin? Anlamsız didişme çoğu zaman. Ego çatışması.)

Tesadüf mü tevafuk mu bilemem tabii ama bir de şu var: Yazısının altına yazılan yoruma kaç gün -ya da hafta- sonra cevap yazdığına bakarak, bir kişinin yazarı olduğu bu siteye hangi sıklıkla göz attığını da kestirebiliyorum (malum oluyor).

Bilgece bir lâf edeyim: Bir yazının altına iki satır da olsa görüş yazmak, aynı ortamı paylaştığımız kişilerle -kaçamak da olsa- diyalog kurmaktır. İyidir yani, içine cıfıtlık karışmadıkça. Bakışmamak, muhatap almamak ise, bulaşıcı bir şey, bir süre sonra muhatap almadığın kişiler de sana bakmamaya muhatap almamaya başlıyor, kendi amelinle görünmez adam oluveriyorsun.

Eh, dünya hali, kuru bir merhabayı esirgemeler, senelerce ortalarda görünmeyip, akabinde şöyle bir arzı endam ederekten, hemen akabinde de tesadüfmüşçesine bir afur tafurla kapıyı çarpıp çıkmalar, daha düne kadar derin aşkla bağlandığı tutku nesnesinin gözünde çöp ensesinde çip keşfetmeler falan, her yer gibi burada da oluyor ara sıra. Rahmetli biraderim Ali'nin de (Türkan) vaktiyle bir vesileyle zikrettiği gibi, telif ödemeyen internet sitesini bıçkın jestlerle terk etmek risksiz kahramanlık. Ne de olsa bu gibi mekânlar pek öyle adamı meşhur eden cinsten yerler de değil, getirisi yok.

Bendeniz Büdütör Efendi'ye gelince: Ebedî istirahatgâhımı her on dakikada bir paspaslamaya berdevam… Ama abdesthane dediğin de gece gündüz ikamet edilecek, üstüne kat çıkılacak, blog gösterip portal çakılacak yer değil tabii ki; ihtiyaç hasıl olunca koşarak gelinen, rahatlayınca bırakılıp gidilen ziyaret yerleridir bu gibi yerler. Maddenin tabiatı gereği. Haz devrinde yaşıyoruz (anal ya da oral), kimin ne haddine feysbuuk tvittır veçhile grosmarketlerle aşık atmak. Derkenar yazarları da eserlerini buraya bıraktıktan sonra gidip o gibi panayırlarda eğleşiyorlarsa, bu değerli kardeşlerimin şahsî tercihidir, kıskançlık edemem.

Devir "onurlu yalnızlık" devriymiş, matbuatta öyle okudum. Pop medyanın starları bile eğer güncel didişmelerde kalem oynatmazlarsa okunmadıklarından yakınıyorlar. Ya biz ne yapalım o zaman, Derkenar'ın sırılsıklam aşık yazarlarının herhangi birinden en son aylar önce "nasılsın" maili almış bir tapınak bekçisi olarak?

Demek ki neymiş? Vuslat denen dilber, hercai bir menekşeymiş. Çat burada çat kapı arkasındaymış.

* * *

Özetin de özeti: Derkenar da dahil, yekpare internet ortamı bir çeşit graffiti ("tosun") duvarıymış. Kadir kıymet, alkış, takdir, her ne ise muradımız, bunlara fazla odaklanmadan ufuneti tahliye edip rahatlamakta ferahlık varmış. Kısmetimize düşenden fazlasını beklemekse, insanı lüzumsuz yeis ve umutsuzluğa sevk edermiş… Bize öyle öğretti hayat efendi hazretleri.

Derkenar'ı "sık kullanılanlar" a ekledik mi? Ekledik. Alâ! Üç beş ayda -ya da senede- bir hatırlayıp baktığımızda da hep burada mı? Burada. Züper! Mekanı her daim temiz ve tertipli tutan bir Büdütör'ü var mı? Var. Pişirdiği yenir, havlusuna yüz silinir mi? Elhâk, evet!

Ama herkesin yazısının altına da -takma adlarla falan- yorum yazılamıyor tabii. Ahali çeşit çeşit. Ekseriyetle donuk. Çok sık olmasa da, lâfı böbreğiyle anlayan, arıza vitesini yükseltmiş, jest olsun, yazısı yorumsuz kalmasın diye yazılmış üç beş satırın aralarından bile cımbızla komplo, şehvet, namussuzluk devşiren külyutmaz kahramanlar da çıkabiliyor. Ahalinin bakiyesi zaten pek ürkek; ortam gerilince Red Kit'deki bar müdavimleri gibi birasını kapan masa altlarına sotalanıyor. E haklılar da; burada dellenince bayramlık ağzını açan küstah ve kemalist bir amca var; kakıyor, süsüyor, dızgırtıyor.

Büdütör'e de hazır herkes sözünü karnında tutmaya başlamışken fırsat doğuyor, tesisatı, altyapıyı onarıp, fayansları, paslı boruları, armatürleri yeniliyor, kıyak oluyor mekân.

Abdesthane bekçiliği pis bir iş anlayacağın. Böyle sapa muhitlerde hayatının aşkını aramaksa hicranlı bir şarkı.

Yorumlar

Derkenar'da sadece "yazmıyoruz" bir nevi kendimizle de yüzleşiyoruz aslında. Yağmur suları ile oluşmuş su birikintilerinde suretini seyreden çocuklar gibiyiz; şeniz, mesuduz, ta ki yaramazın birinin suyumuza küçük bir çakı taşı atmasına değin. İşte o zaman gerçek dünyaya geri dönüyoruz. Büdütör'ün yazısı bunları düşündürdü bana. Ama iyi oldu…

Gökhan Akçiçek - 25 Ağustos 2013 (02:21)

Ben Derkenar'ı tekkeye benzetmekten yanayım, abdesthane ağır olmuş. Tekkeye gelen pişmiştir diye bir kaide de yok. Elbet hamlık edecek. Madem tekkededir, pişecek diye bir kaide de yok. Kimi çorba için gelir tekkeye, kimi pişmek için, kimi dışarıda kalmanın maliyetinden ürküp bir gece geçirmek için. Usül: Neden buradasın diye sormamaktır.

Tekkenin bekçisi de madem artık: "Efendi Hazretleri" sıfatını almıştır, tekkeyi beklemekten yüksünmeyecek. Bu iş gönül işidir, kendisi yolu talep etmiştir. Artık çoğu zaman gelenin gidenin ettiğine "eyvallah" demek kaderidir. Eh kırk yılda bir tepesi attığındaysa bu kez tekke ahalisine düşen "eyvallah" demektir.

Bir süredir tekkeye sırtında odun taşıyan biri olarak şunu söyleyebilirim: Yazının altında çok yorum olması yazara yüktür. Bazen hakikat arayışı olarak sürüp giden yorumlar bazen de yazınla anlattığını düşündüğün meramını, anlamamakta direnen birilerine ya da yazdığın bir şeylere bozulup seni hizaya getirmeye azmetmiş birilerine nafile yere dil dökmeye dönüşüyor. Ama bu da yazarın kaderi. Madem yazıyı yazdın, okuyanın iyi, kötü sözüne katlanmak da mukadderat.

Vahap Demir - 28 Ağustos 2013 (21:02)

Derkenar'da işgal ettiğim konumun özgül oluşu nedeniyle (kodütör, büdütör, vedat nedim tör) çok sıkışmadıkça tartışmalara müdahil olmamaya özen gösteriyorum. (Bunu 1 konuşuyorsam 21 sustuğum şeklinde anlayınız.)

Zira şoför muavinlerinin bile terli avuçlara döktüğü birkaç damla kolonyanın hatırına yolculuk süresiyle sınırlı bir "karizmasının" olduğu algı katmanında yaşıyoruz; hakir ne kadar "ben uçamam, yok öyle bir şey" dese de, ille uçurmak isteyen birileri çıkıyor, engel olamıyorsun.

Adının yanına "efendi" sıfatını ekleyen sayın refikimiz kendini ifade etmekten aciz değildir, onun adına konuşmak bana düşmez tabii, ama kişisel görüşüm şudur ki, bizde bu sıfat (efendi) daha çok kapıcılara hitap ederken kullanılır. Manevi hiyerarşide pek heves edilecek mevkilere tekabül etmez.

Bir diğeri de "tuvalet" ve "dışkı" meselesi. Bunu sadece düz anlamlarıyla anlamak yerine, "batınilik" sözündeki "batın"ın sahiden de mide, işkembe, bok çuvalı gibi hakir görücü anlamlarda mı, yoksa daha başka (metaforik) bir anlamda mı kullanıldığına bakmak gerekir.

Ya da "nasıl yazarsın" sorusunu "sıçar gibi" diye cevaplandıran Ali Türkan'ın bunu kabalığından mı, yoksa etrafında görmekten rahatsız olduğu yapaylığı baştan def etmek için mi söylediğine kafa yormak da zihin açıcı olabilir.

Hulâsa, Derkenar'ı umumi helâya, buraya yazılanları da -başta benimkiler olmak üzere- batından def edilen, içeride kalmaması gereken, sıkıntı veren ifrazata benzetmekte hâlâ beis görmüyorum.

Ama gene de "hayır, ben kendi yazılarımı ulvi amaçlar ve hislerle yazdım, böyle bir benzetmeyi asla içime sindiremem" diyenler varsa, yazılarının yanına "bu yazıların her biri tanrısal ilhamla yazılmış, erişilmez sanat eserleridir, yanlışlıkla burada zuhur etmiştir" türünden tenzih edici bir açıklama ekleyebilirim.

Bir de şu "tekke-zaviye" mavrasından tırsmaya başladığımı eklemeliyim. Şakayken iyi de, ciddiye alanlar çıkmaya başlayınca kaşındırıyor.

Ben uçmamaya kararlıyım, nafile yere gaz vermeyin.

Vıdıtör - 29 Ağustos 2013 (07:29)

diYorum

 

57
Derkenar'da     Google'da   ARA