Patronsuz Medya

Muska

Ali Türkan - 9 Nisan 2006  


Tam dört yıl, çocukları olmamıştı. Komşular, komple casusluğa başlamış, perde arası gözlemleri sonunda, adamın gevşek malzeme olduğuna karar vermişlerdi. Ziyaretlerde falan, gagalayıp duruyorlardı kadıncağızı.

Ne büyüler yapılmıştı adama. Konuşmayla ilgili sorun olunca eşek dili yedirildiğinden, biri mantık yürütüp, başka bir şeyini yedirmişti eşeğin ama eşeğin nesi olduğunu hatırlamıyorum şimdi. İzmir büyüsü bile yapmışlardı be (İğrençtir, ne olduğunu anlatmayayım).

Şeker adamdı. Çöpsüz üzüm denen kocalardan. Anne, baba ölmüş; ev onlardan kalma. İyi de para kazanırdı. Yetiştirmesi gereken çok iş yoksa, iş yerinden zamanında çıkar, kolları paketlerle dolu, evine gelirdi. Meyhanesi, kerhanesi yok. İçerse de, kırk yılda bir, evinde içer. Ev işlerinde, karısına yardım eden cinsinden. İyi çay demler, salata yapardı. Pazar günleri, bahçeye kurdukları merdaneli çamaşır makinasında, kadın bir yandan çamaşırları ittirir, o öte yandan çeker, bahçeye gerili ipe asardı. Televizyon seyrederken, karısına meyva soyar; üşenmez, çerez almaya giderdi.

Bir kardeşi vardı. Üstteki yarım katta oturuyordu o da. Adam ne kadar efendiyse, kardeşi de o kadar itin tekiydi. Çocukken verem mi olmuş ne, babası da şımartmış biraz. Gak dedikçe oyuncak, guk dedikçe dondurma dayamış. Daha on dokuzundayken, bizim sokağın kızlarından birini kaçırmış oğlan. Kızın ağabeyleri, akrabaları, yaşlı başlı adamın kapısına dayanmış; hatta adamcağızı tartaklayıp, evin camını çerçevesini indirmişler.

İt, kızı paçavra gibi atmış bir kenara. Önce, Trabzon'da bir arkadaşının evinde saklanmışlar. Bir gece, o arkadaşı girmiş kızın koynuna. Sonra başkaları.

Günahı boynuna. Kızı sattığını söylerdi kimileri de.

Kızcağız, kaçıp babasının yanına dönmüştü ama oradan da kovulunca, bir daha gören olmadı. Kimbilir, hangi su yolunda kırılmıştır.

Bizimki de elleri cebinde, baba evine dönmüş. Ağabeyi askerdeymiş o zamanlar. Kızın ağabeylerinden biri, taksi şoförlerinin kenevir ektiği çeşmenin orada kıstırıp dayamış bıçağı. Boşluğu yarmış bıçak ama önemli bi hasar olmamış.

Oğlan içeri tabiî. İtin babası da, oğlunu kanlar içinde görünce, kalp krizi geçirip Hak'kın rahmetine kavuşmuş. "Kardeşine baksın" diye vasiyeti olduğu için, bizim şeker gibi adam, kovamazdı da bir türlü.

Kızın ailesine de bir arsa falan verip, aradaki meseleyi hâlletmişler bir şekilde, bizim iti rahat bıraksınlar diye.

Askerde adam olur diye umut etmişler ama kaç kere firar etmiş, fazladan, ota ve hapa da alışmış. Annesi de bunca üzüntüye, eziyete dayanamayıp ölmüş o arada.

Ağabeyinden kerttiği para yetmediği için, sağa sola epey borç takmıştı askerden döndükten sonra. Torbacılara yalakalık yapar, cigaralarından iki fırt çekmek için kırk takla atardı. Bir keresinde de, şoförlerin diktiği kenevirleri yolmaya kalkmış, temiz bir meydan dayağı yemişti (Çeşmenin oralarda top oynarsak, "hişşt, çiçekleri yolmayın lan!" diye biz tıfılları bile kovalardı şoförler).

Semtin şamar oğlanı olduğu halde, tafrasından yanına varılmazdı. Nerden bulmuşsa, bi çift boks eldiveni bulmuş, sokağın çocuklarına boks öğretmeye başlamıştı. Manavın yanındaki arsaya kazıklar çakar; iplerle falan, acayip bir ring yapardı. Zayıflıktan ve aldığı haplar yüzünden ayakta duramadığı için, bir sandalyenin üstüne oturup çocuklara "gardını al!" veya "oğlum, ayak oyunu yapmayı unutma!" gibi emirler verirdi antrenör havasında.

Pek arkadaşı yoktu ama biz çocuklarla iyi anlaşırdı. Biz de severdik onu. Diğer büyükler gibi asık suratlı değildi. Hiç bir şeyi ciddiye almaz, her olayda matrak bir yan bulurdu.

Bazen, ökçelerine bastığı ayakkabılarıyla top oynardı bizimle. Tırışkadan birkaç "serbest vuruş" yapar, ayakkabıları fırlayıp duvarlara çarpar, en sonunda da nefes nefese kalıp, bakkalın önündeki meşrubat sandıklarının üstüne çökerdi. Arada sırada Çin keslerini çekip maçlara da katılırdı ama ağzındaki sigara bitince, onun da nefesi kesilirdi hemen.

Bazen de saçma sapan bir şeyleri getirip, "bununla oynayın" diyerek arsanın ortasına atardı. Bir keresinde de bahçelerindeki musluğu söküp getirmişti oynayalım diye. Ne yapacaktık ki muslukla? "Mis gibi uzay tabancası be!" deyip gene bahçeye dönmüştü.

Şoförlerden dayak yedikten sonra, ağzı burnu kan içinde sokağa girmiş, ne olduğunu soranlara "hamile değilmişim, kanamam var" diye cevap vermişti sırıtarak. Konuşurken ağzından sıçrayan kanlar, hâla gözümün önünde. Dişleri de kırılmıştı o gün. Gülünce, ağzının yarısı karanlıkta kalırdı.

Ayık olduğu zamanlar kahvede oturur, bacak bacak üstüne atıp "acemi birliğindeyiz, Çorumlu bi oğlan var, bulaşıp duruyor. Bir de -senden iyi olmasın- Mardinli bir garip var; ona da bulaşıyor. Bi gün çektim kenara, 'bak, benimle uğraş ama bu garibe ilişirsen, senin ananı avradını…" diye başlayan ve üç beş kişiye dalmasıyla biten, kimseyi inandırmadığı cenk hikâyeleri anlatırdı.

Biraz para tutarsa, çocukları da unutmaz, torba torba peynir şekeri alırdı bakkaldan (Beyaz, ağızda dağılan şekerlerden; biz "peynir şekeri" derdik).

Tam olarak ne olduğunu bilmiyoruz ama bi gün ağabeyinin canına tak etmiş, o şeker gibi adam, budaklı meşe odunuyla temiz bir dayak attıktan sonra, eve almaz olmuştu kardeşini. Galiba, fazla mesaiye kaldığı bir gecenin sabahı, uyuyan karısının saçlarını okşarken yakalamış kardeşini evde.

Sopanın darbelerinden kaçmaya çalışırken, gene ayakkabıları çıkmıştı ayağından. Yalınayak kaçıp sokağın köşesini tutuşu hâlâ gözümün önünde. Ağabeyi de çok insafsız vurmuştu sopayla. "Bunda keramet var, beni her belâdan korur" dediği muskası bile, boynundan fırlayıp önüme düşmüştü.

Hemen o günlerde, şeker gibi adamın karısı hamile kalınca, sokak da çalkalanmaya başlamıştı tabiî. Her tür çirkeflik vardı. Kimi, çocuğun bizim kopuktan olduğunu söylüyor; kimi de "ee, tabiî çocukları olmaz kardeş, baksana, birinin yaptığını öbürü bozuyormuş bunca zamandır" diye kanalizasyon karıştırıyordu.

Epey zaman görmedik kopuğu. Ağabeyi de aradı ama hiç bir yerden çıkmıyordu. Kimine göre, saçı sakalı birbirine karışmış vaziyette, bi sözde Ermeni kilisesinde bahçıvanlık yapıyormuş. O değilse bile, ikiz kardeşiymiş kilisenin bahçıvanı; bu kadar benzerlik olurmuş yani.

Takım elbise, gravat, altın saat ile görenler de çıkıyordu arada; tımarhanede olduğuna yeminler eden de.

Sonra çıktı ortaya. Sağda solda dilenmiş bir süre. Soğuk bir kış sabahı, donmuş cesedini bulmuşlar parkta. Cebinden, kaçırdığı o kızla çekilmiş sepya bir fotoğraf çıkmış yalnızca. Fotoğrafın üstünde, "unutturamaz seni hiç bir şey / unutulsam da ben" yazıyormuş.

Bizim şeker gibi adam, "kaderi daha güzel olsun" diyerek, ölen kardeşinin adını verdi oğluna.

Yıllar sonra, bilmem kaçıncı kez taşındığım evlerden birine yerleşmeye çalışırken, bir kartonun içinde, boynundan fırlayıp önüme düşen o muskayı gördüm. Aradan o kadar zaman geçmişti ki, hiç düşünmemiştim kopuğu. O gün ağabeyinin sopa darbelerinden koruyamamıştı onu bu muska. Merak edip açtım. Çizgili bir dosya kâğıdını özenle katlamış, muska bezinin içine koymuştu. Kendi el yazısıyla "fasulyeden nağmeler" yazıyordu kâğıtta yalnızca. Hepsi bu.

Yalnızdım. Yağmur yağıyordu.

Şıp!

diYorum

 

Ali Türkan neler yazdı?

62
Derkenar'da     Google'da   ARA