Patronsuz Medya

Sessizliğin sesi

Sinem Hürmeydan - 15 Temmuz 2013  


Bir haftadan fazladır boğaz ağrısı, ateş, öksürük derken kendimle uğraşıp duruyordum. Önce, "aman boğaz ağrısıdır, geçer" deyip ciddiye almadığım soğuk algınlığım ben kendisini tîye aldıkça iyiden iyiye bedenimin iplerini eline aldı. Üstüne üstlük, sesim de neredeyse tamamen kısılıp fısıltıyla konuşur olunca nihayet doktora gitmeye karar verdim.

Son derece kibar bir tavırla karşılayan doktor, muayenesini tamamladıktan sonra antibiyotikti, ağrı kesiciydi, öksürük şurubuydu, elime uzunca bir reçete tutuşturdu. Beni epey zora sokan sesimin düzelmesi içinse ses tellerimi zorlamamam, bunun için de ses diyeti yapmam gerektiğini söyledi. Kibarca "ses diyeti" diye tabir ettiği şeyle, aslında az konuşmamı tavsiye ediyordu. Zira ben odasından ayrılmadan evvel kendisi de gülerek "siz sesinizi dinlendirirken eşiniz de biraz başını dinler" demişti. Benim gibi geveze sayılacak birisi için boğazımı yırtarcasına konuşmaya çabalamak zaten yeterince zordu, bakalım ses diyeti nasıl gidecekti.

Sesime bir an evvel kavuşma arzusuyla doktorumu dinlemeye karar verdim. Hem istesem de konuşamıyordum, sesim çıkmıyordu. Sadece gerçekten icap ettiğinde konuşuyor, böylece aile efradından geleni gideni bol olan evimizde çoğunlukla dinleyici konumunda kalıyordum.

Dahası, önceleri zorunluluk nedeniyle mümkün mertebe az konuşuyorken bir süre sonra sessizliğimden hoşlanmaya başladım. İtiraf etmeliyim ki, başlangıçta, az ve öz konuşmanın yarattığı vakur ve kendinden emin havamın büyüsüne kapılmıştım. Ancak sonra, konuşmalarımda seçici davrandığımda insanların beni daha dikkatle dinlediklerini, cümlelerimin adeta yükte hafif pahada ağır hale geldiğini gördüm. Böylelikle, basit bir soğuk algınlığıyla başlayan rahatsızlığım, bana daha önemli bir şeyi fark ettirdi: Kelimeleri ne kadar savruk kullandığımı… Bu ses diyeti sayesinde, konuşmalarımdan "söylenmese de olur" türünden olanları çıkardığımda, o kadar da çok konuşmam gerekmediğini anladım.

Düşünüyorum da, az konuşma pratiğini yapmak için sesimizin kısılmasına gerek yok. Kabul edelim ki, sıcak kanlı Akdenizli kimliğimizle konuşkan bir toplumuz ve bu çoğu zaman güzel bir özellik. Ancak bazen konuşkan olmaktan çıkıp, adeta dinlemeden veya düşünmeden konuşma yarışına giriyoruz ki, haliyle cümlelerimizin içi boşalıyor, kelimelerimizin ağırlığı azalıyor.

Bu durumun örneklerini, günlük hayatımızın insanlarla iletişim kurduğumuz her anında; siyasette, mecliste, iş toplantılarında, televizyon programlarında ve hatta aile içinde görmek mümkün. Meselâ, bazı tartışma programlarında, katılımcılardan birine söz geldiğinde diğer katılımcılar konuşan kişiyi dinleyip, ne söylediğini anlamaya çalışıp ona göre yorum yapmak yerine, ya sabırsızlıkla kendi konuşacaklarını hazırlıyorlar ya da anlamsız müdahalelerle konuşmayı kesintiye uğratıyorlar. Sonra bir bakıyorsunuz, konuşanın konuştuğu ile karşısındakinin verdiği cevap arasında ipler kopmuş, katılımcılar arasında tansiyon yükselmiş. Bu da bir çeşit kısır döngü doğuruyor. Kimse, karşısındakinin kendisini zihniyle duyarak gerçekten dinlediğine ve ona göre karşılık verdiğine inanmadığından, en medenî tartışma ortamları herkesin aynı anda alâkasız veya birbirini tekrarlayan şeyler konuştuğu bir hengâmeye dönüşüyor.

Ağzımıza geleni söylediğimiz, anlam yoksunu her konuşma bir çeşit kelime oburluğu gibidir; önüne gelen faydalı faydasız her yiyeceği midesine yuvarlayan insanlarda olduğu gibi, sözcükleri anlamlarından sıyırıp tüketircesine kullanmak zamanla toplumsal bir iletişim obezitesine yol açabilir. Bazen sessizliğin sesi kendi sesimizden daha güçlü mesajlar verir. Can kulağıyla dinlemeyi öğrenmek ve gerçekten söyleyecek sözümüz olduğunda konuşmak; bizi abartılı, kalabalık konuşmaların yaratacağı zihinsel hazımsızlıktan koruyacaktır.

Yorumlar

Gündelik ilişkilerimde çok sık rastladığım, ama hoşlanmadığım, ilişkiler açısından yıkıcı bulduğum davranışların başında, konuşmayı bir tür iktidar ilişkisi gibi algılayan ve topu ne olursa olsun karşısındakine kaptırmamaya çalışan kişilerin ısrarcı ve yorucu monologu gelir.

Kişi konuşmaktan çok zevk alıyor olabilir, eyvallah, biraz geveze de olabilir, ona da eyvallah… Ama kardeşim, arada sırada karşındakine de birkaç kelimelik araya girme fırsatı tanımak, en azından nezaket gereğidir değil mi?

Ne gezer? Soru bile sordurmaz bu tip insanlar; sen daha sormaya başlamışken "yoooo" diyerek daha sormadığın soruyu çürütür ya da sesini yükselterek seninkini bastırır ve monoloğuna devam eder ya da ağzını açtığın an başka taraflara bakar ya da yürür gider ya da seni yok sayıp başka birine başka bir şey anlatmaya başlar…

Sabırlı bir dinleyiciyim sanırım. Nezaket gereği bir süre katlanırım bu uzun dalga radyo yayınına. Sadece pasif bir dinleyici olarak. Hatta çoğu zaman "bakalım ne zaman fark edecek bu acaipliği" der, inadına suskunlaşırım.

Bencilin ahmağı, benim gibi uysal (ağızdan lâfı kapmak için boğuşmayan) dinleyiciyi bulunca, fondip yapar çoğunlukla. O konuşur ben dinlerim. Asla "yav hocam, saatlerdir konuşuyorsun da, fındık kabuğunu bile doldurmuyor söylediklerin, az sus, iki kelime de ben edeyim" demem.

Sonra kredi limiti dolar o arkadaşın. Fırt diye eksilir hayatımdan. Bir daha ne telefonuna çıkarım, ne de "niye aramıyorsun" türü sitemlerine kulak asarım. Açıklama falan da yapmam.

Belki bu da bir tür bencillik ya da nobranlık türüdür. Eyvallah. Ya da belki başlangıçtaki uysallığım ve sabrım kerizliğin daniskasıdır. Ona da eyvallah. Belki de yaşadığım hayattan böyle bir pratik sonuç çıkarmışımdır. Ama doğru ama yanlış. Daha iyisini bildiğini düşünen varsa, can kulağıyla dinlemeye hazırım.

Kısa ve öz olanı daha fazla makbule geçer tabii ki.

Ha, bir de velev ki bir itirazım olursa, lâfım hemen ağzıma tıkılmadan önce, bir an durup düşünülürse, daha da fazla makbule geçer.

Necdet Şen - 17 Temmuz 2013 (19:21)

Sinem Hanım, Derkenarı ve özellikle yazılarınızı takip ediyorum. Diğer ikisini de çok beğenip yararlandım. Ama son yazınız, şahsım ve birlikte okuyup paylaştığım çevremin de duygularına tercüman olmuşsunuz. Ayrıca kullandığınız kelime ve kavramlar muhteşem bir senkronize oluşturmuş, konulara geçişiniz, uçarcasına ve net. Bu işlerden biraz anlayan biri olarak size bir öneride bulunmak isterim;

Kelime ve ifade zenginliğinizi hikâye ve/veya roman dalında da denemeniz gönlümden geçiyor. Sizin gibi yazarlarla bizleri buluşturduğu için, Derkenar'a ve size teşekkür ederim. Yeni yazılarınızı bekliyoruz.

Ayfer Yılmaz - 23 Temmuz 2013 (21:58)

Necdet Üstat, bahsettiğiniz nitelikte insanlarla ben de çokça karşılaşmışımdır hayatımda. Bu insanlar monologlarını öylesine bir kararlılıkla sürdürürler ki, bazen bu durumlarının bir yaşam biçimi olduğunu, belki de kurgulayıp doğru kabul ettikleri gerçekliklerini anlatan kendi sesleri dışında bir ses duymamayı, hayata karşı bir çeşit savunma mekanizması olarak geliştirdiklerini düşünürüm.

Ama ne yalan söyleyeyim, defalarca bir vesile ile hayatıma girmiş bu insanlarla ilgili belirli bir süre sabır gösterdikten sonra ben de sizin yaptığınız gibi yaparım. Sessizce çıkarım bu insanlarla kesişen hayat alanlarımızdan. Zira zaman en kıymetlimizdir. Dolayısıyla, benmerkezcilikleri ile enerjimizi sömüren; dinlemeyi, daha önemlisi paylaşmayı, yeri geldiğinde birlikte susmayı bilmeyen insanlara zaman ayırırken belirli bir öncelik sırası gözetmek gerekir elbette.

Bu bakımdan, kulağa sevimli gelmese de böyle insanları hayatımızdan çıkarmayı ben nobranlık veya bencillik olarak görmüyorum.

Ayfer Hanım, samimi yorumlarınız için çok teşekkür ediyorum. Her fırsatta belirttiğim gibi, Derkenar'la, belirli bir zihinsel derinliğe ve olgunluğa sahip yazarlarıyla ve seçici okuyucularıyla buluşmak asıl benim için çok büyük bir şans oldu. Derkenar'daki tüm yazarların yazılarındaki düşünsel ve edebi zenginliği solumak ve bunun bir parçası olmak kendi adıma müthiş bir motivasyon kaynağı ve okul benzeri bir deneyim.

Bu nezih, özlü-sözlü, engin ortamı sağladığı için Büdütör Bey'e de ayrıca nezdinizde teşekkür etmek isterim.

Sinem Hürmeydan - 25 Temmuz 2013 (15:53)

Yazılarınızı yeni fark etmiş bir edebiyat tutkunu olarak şunu söyleyebilirim ki hayata dair tespitleriniz çok isabetli. Bu yazıların devamı mutlaka gelmeli.

Buket Özdemir - 20 Haziran 2014 (13:16)

diYorum

 

Sinem Hürmeydan neler yazdı?

39
Derkenar'da     Google'da   ARA