Patronsuz Medya

Aramızda kırk gün

Sadık Dal - 9 Eylül 2012  


Otobüsten inince üşüdüm, titredim. On sekiz saat oturmanın getirdiği uyuşukluğu kollarımı sağa sola açıp gerinerek azaltmaya çalıştım. Elimdeki poşetten montumu apar topar çıkarıp giyiverdim.

"Kış ne kadar da uzun sürdü, yaz gelmeyecek mi?" dediğimiz Rize günlerinden biri. Havada serserice dolanan polenlere inat, genlerime işlemiş özlediğim nemli havayı doyasıya ve korkusuzca ciğerlerime çektim. Doğanın uyanış zamanını bu ayda, baba ocağında yeniden yaşama hayali ve hasretimi gerçekleştirme heyecanını yaşıyordum.

Gözümü şehri çevreleyen omuz omuza vermiş dağlara diktim. Bu sene mart sisi hızını ve hırsını alamamış, nisan sonlarına dek inmişti. Her taraf, masal sessizliği ve ürkütücülüğü ile kol kola bahardan alâkasız, kıştan kopma kavgasını veriyor. İşte bu memleket havası ruhumu çekti, çok zamandır gurbet bahanesiyle yaşamadığım bu vakti kendime izin verip evimde yaşamak istedim.

Yavaşça yanıma yaklaşıp bitirim üslubuyla: "Taksi lâzım mı abi?" sorusuna sırtımı dönüp "Evet" cevabını verdim. Adres vedim: "Kaça götürürsün?" dedim. Ardından da şehrin acemisi olmadığımı ispat için yöre ağzıyla yüksek tarife çeken taksiciyle ücreti düşürtmek için iki üç dakika pazarlık ettim. Anlaştık.

İki valizimi modelden yorgun sarı Kartal taksinin bagajna yerleştirdim, köyüme doğru yola koyulduk. Yol yorgunu olduğumdan taksiciyle bir iki kelime dışında pek konuşmadım. Önceden bir saatte aldığımız yolu, geçen sonbahar beton zeminle kaplandığından, yaprakları yeni patlatmış fındık, kızıl ağaç, gürgen ağaçlarını seyrederek yirmi dakikada kat edip köye vardım. Taksinin kapı, bagaj sesi ve ayrılırken beni selâmlayan şoförün kornası kendini yavaş yavaş gösteren güneşin etkisiyle birazı silinmiş sisin içinde yok oldu.

Vakit öğleye dayanmıştı. Anneme, nineme sürpriz yapacak olmanın heyecanı ile bir elimde valiz diğer elimde hediye poşetlerim, dede yadigârı evimizin adım görmemiş kenar kısımları yosunlu merdivenlerini birer ikişer atlayarak kapımıza vardım. Önce derin bir soluklandım. Sonbaharda dökülmüş, kış karı ve yağmurunda erimiş yaprakların tanıdık kokusunu duyumsadım. Sonra kapımızın vurulmaktan yorgun, bağlantısından gevşek tokmağını iki üç tıklattım.

Kimse kapıyı açmadı. Yeniden tokmağı daha sert vurdum. Gelip kapıyı açan olmadı. Kendi kendime gülerek: "Sürpriz yapmanın karşı sürprizi böyle kapıda kalmaktır" dedim. Kapımızın sürekli hizmetkarı yan çevrilmiş iskemlelerden birini çevirip oturdum. Soluklandım. Çocukken saydığım 42 basamak merdiven elimdeki valizlerle azıcık beni yormuştu. Beş dakika evin etrafını keyifle izledim.

Hasret gözlemi bitince kendi kendime: "Evdekiler ya bahçeye ya da çarşıya inmişlerdir." dedim. İki kapılı evimizin inek ahırına bakan arka kapısına yöneldim. Yoldan gözükmeyen bu kapıda gerili çamaşır tellerinde daha çok annemin, ninemin iç çamaşırları asılırdı. Renkli mandallarla tutturulmuş, nemden kurumamak için inat eden paçalı çiçekli don ve fanilalar bıraktığım zamandan beri telde asılıydılar.

Aralarından geçerken elde durulamanın kalıntısı deterjanın tozlarına sürünerek arka kapıya geçtim. Kapı önünde sabah kahvaltısı artıklarını yiyen evimizin gıda çöpçüleri kediler, beni görünce kaçıştılar. Bir kenara çekilip merakla yabancı sandıkları beni miyavlayarak izlemeye başladılar. Ev halkının oturma odası mabeynin penceresinden içeri girme niyetindeydim. Zamanın soldurduğu pencere camları buğulandığından içeriyi görmeme mani oluyordu.

Kestane ağacından imal, sentetik makyaj hiç görmemiş ama kuruyunca çekmiş pencerenin bir kanadını -çocukluğumda yaptığım gibi- parmak ucumla zar zor araladım. Pencerenin bir kanadını yukarı aşırdım. Biraz zorlansam, toza bulansam da içeri girmeyi başardım.

Bize dua etmeyi ibadetleriyle bir tutan mübarek ninem, elinde tesbih zikirle uyku arası odanın bir köşesinden diğer köşesine uzanan içi rutubetten keçeleşmiş yün sedirdeki yastığında sızmıştı. İçeri girdiğimi hiç fark etmedi.

Evimizin ocağı, ısıtıcısı, fırını, sıcak su kaynağı kuzinenin sırtındaki çaydanlıktan, çocukluğuma ait sesler geliyor. Evin yemeğine, bulaşığına hatta sığırımızın gerdelindeki sarı çiçekli kart lâhana, tohumlanmış pazı yapraklarına aş tadı verecek bakır destideki sıcak su fokurduyor. Kaynar suyun beş saniyelik aralıklarla taşıp taşıp kuzine üzerine düşmesinin cızırtısı ayarlı bir ritim oluşturmuş.

Bu doğal ritim, nenemin uykusunu derinleştirmişti. Hemen kuzinenin yanında yanmak için sırasını bekleyen yarı yaş karayemiş, dişbudak, komar ağacı odunları İstanbul'a giderken bıraktığım gibiydi. Kuzinenin en az ısı alan köşesine konmuş, odaya sihirli bir tütsü yayan Lâz elması kabukları da çocukluğumdan beri hiç kaldırılmamış gibi… Kalbime duygu, gözlerime yaş hücumu başlamıştı ki düşündüm: Bu dede yadigârı mabeyn, Beyoğlu'nda sokağa bakan süslü bir cafe atmosferinde "Espresso" yudumlamak suretiyle elde ettiğimiz egomuzu aldatmacadan ibaret 10 liralık burjuva saltanat hazzımıza on basmaz mı yaaaaa?

Babaannem odaya atlayışımla birlikte döşeme tahtaların çıkardığı sesten ürküp gözlerini şöyle bir araladı. "Oooooooooo oğul hoşgeldun!" dedi. Gözleri sevinçten büyüdü, yerinden elinden destek alarak doğruldu. Boynuna sarıldım, kucaklaştık. Ona özgü -dizlerinde uyuyup kucağında, sırtında büyüdüğümden alışık ve hasret olduğum - ter ve ten kokusunu bir yıla yakın hasretle içime çekiverdim.

Gülerek yüksek sesle: "Nene neredu evun milleti?" deyişime biraz mahçup, "Oğul, Piroğun Birol'un bugün kırkı var da…" dedi ve boynunu büktü. "Ben da gidecektum ama habu tutmalar aldı beni, dizlerum hiç taşımaz oldi beni, ondan ben gidemedum oğul." dedi. Beni görmenin neşesi bir anda uçup gitti, hüzünlendi. Sedire elini dayayarak kalktığı yere çöktü.

"O kadar oldu mu yaa?" dedim. Ben camdan dışarı çevirdim, ninem seyyardan ısmarlama alınmış gözlüğünde büyüyen gözlerini yere eğdi.

Birol mahallemizin en dingin, mülayim çocuğuydu. Dört kızın ardından aile büyüklerinin anne babasına tazyiki ile çeşitli macun, dua, muska, şehitlik ziyareti gibi maddi-manevî yöntemlerin sonucunda dünyaya geldiğini aile dedikodularından duymuştum. Ultrasonografi cihazlarının çok yetkin olmadığı dönemde o, aileye cinsiyet olarak son dakika sürprizi idi. Hatta onun erkek doğmasına dedesi Nuri Dayı en çok sevinmişti. Erkek çocuk müjdesini alınca akşam namaz vaktini beklediği camiden çıkıp eve koşmuş. Sakladığı yerden çıkardığı yadigâr yassı Belçika'sıyla havaya iki şarjör mermi sıkmış. Tutukluk yapıp dışarıda kalan ısınmış namluyu yerine sokup üçüncü şarjörü silâha sürecekken eli yanmıştı. Bu aksaklık olmasaymış o gün bir kasa mermi atabilirmiş. Altı aylıkken annesinin sütü kaçmış, dedesi para tura hesabı yapmadan hemen Çaykara'dan cins bir süt ineği aldırmış, o ineğin sütünden olacak, Birol cüssece bizden daha gösterişliydi.

Birol'u hiç tanımayan biri, mahalledeki çocuklar arasından kolaylıkla ayırt edebilirdi. Burnu sürekli aktığından bez mendili ailesi yanından eksik etmezdi. Yakından fark edilen solucan yavrusu gibi sarkan sümüğü ve onu yarım dakika aralıkla nefesiyle burnuna çekişi ya da sümüğünü sırtını dönüp gizli gizli emişi onu hemen ele verirdi. Arkadaşların kınama ve ayıplamalarına rağmen oyuna konsantreden bu zafiyetini icraya devam ederdi. Bazen sümüğünü mendiline değil elinin tersiyle gömleğine silerdi.

Bu sümüklü durum ergen yaşına dek devam etmişti. Mahallenin en hınzır çocuğu Bayram, bir defasında Birol'a: "Oğlum o kadar sümüğünü çekme, beynin sümükle doldu. Sümük beyinli!" demişti. Korktuğundan mı onuru kırıldığından mı bilmem ağlayarak eve koşmuş, halası bağıra çağıra hemen yanımıza gelmiş Bayram'a hakaretler etmiş, biz de Bayram'ın suç ortağı gibi korkup kaçışmıştık. Devamında da dedesi Nuri Dayı hepimizi oyun oynarken yakalamış, tehdit dolu sözler ortaya savurmuş ondan sonra bir daha kimse Birol'a sümüğü ile ilgili cümle kurmaya cesaret edemez olmuştu.

Evin ocağını tüttürecek tek veliaht Birol olduğundan cebi hala, amca ve dayılarınca hiç bir zaman parasız bırakılmazdı. Cömertti. "Paranı çar çür etme" ikazlarına rağmen bize çekirdek, sakız ısmarlar; birlikte yer, içerdik. Mahalledeki çocukların hatırlayabildiğim en belirgin ortak özelliği iyi sövmeleri ve taş atmalarıydı. O, bunların ikisini de aile büyüklerinden tembihli olduğundan hiç yapmazdı. Tehlikeli oyun met -değnek oyununa "gözüme met değer, kör olurum" gerekçesiyle hiç katılmaz; uzaktan bizi izlerdi. Kavga kokusu sezdi mi hemen ortalıktan kaybolur, ortalık yatışınca veya ertesi gün ortaya çıkardı. Delikanlı yanı, kuvveti kimsece sınanmamıştı ama cüssesine rağmen kimseye efelik, kabadayılık ya da kahramanlık da taslamazdı.

En acar ve değişik misketler onundu. Büyük dayısı ona misketleri Almanya'dan hediye getirirdi. Onları sadece bana elletir, diğer çocuklara aşırır korkusuyla sadece gösterirdi. Kırılır korkusu ile onları annesinin Singer makinede diktiği beyaz bir kesede yanında taşırdı.

Ayrıca mahallede sadece onun patlamamış, yumuşak plastik topu olurdu. Futbolu pek iyi oynayamazsa da biz onu, topu hatırına oyuna alırdık. Mahalle yolundan oluşan stabilize futbol saha zeminine pek uymayan Almanya'dan hediye kramponlarıyla topunu kullanmanın rüşveti olarak ya kalede ya defansta oynatırdık.

Annesi beni her gördüğünde gülerek "Birol'umla aranıza kırk gün varadur ha!" derdi. Birol'un benimle arkadaşlığının sürekli olma temennisini her fırsatta yinelerdi. Birbirimizin evine ilkokuldan liseye dek teklifsizce gider gelirdik. Hep aynı sırada olmasak da aynı sınıftaydık. Farklı liselere yazılınca görüşmeler hafta sonu dozuna inmişti. O, baba mesleğini sürdürür ümidiyle meslek lisesine kaydedilmiş; ben düz liseye kaydedilmiştim. Lise birde o kalmıştı. O zaman farklı arkadaşlar edindiğimizden biraz daha kopmuştuk. Derin sohbetlerimiz seyrekleşmiş, düğünde bayramda görüşür olmuştuk. Hele ben fakülte kazanınca o eski hergele muhabbetlerini büsbütün askıya almıştık.

Ben fakülte son sınıftaydım. Annem yarı yıl tatiline geldiğimde anlatmıştı. Düğün gibi bir törenle Birol asker ocağına uğurlanmış. Bütün köy horon etmiş, arkadaşlarınca bazen ağlatılmış bazen kızdırılmış bazense güldürülerek askere uğurlanmıştı. Uğurlama gecesinde doğumu kadar çok mermi patlatılmış. Aile fertleri yolcu etmeye çarşıya dek gitmiş. Köy halkı, caminin bulunduğu sırttan onu götüren dayısının yeni aldığı kırmızı Reno Toros gözden kayboluncaya dek bakmıştı.

Son görüşmemizde ben yaz tatiline, o mazeret iznine gelmişti. Kıl dönmesi ameliyatı olmuş, yirmi beş gün hava değişimi izni almıştı. Bir gece sabaha dek eski günlerden, gelecekten konuşmuştuk. Şaşırtmıştı beni. Şırnak'ta askerdi. Arada sırada araziye çıkıyorlarmış. Tim komutanı kral bir Adanalı mühendismiş. Öve öve bitirememişti. Çarşıya arada sıra çıkıyordu. ICQ'dan bir kız arkadaşı edinmişti. Kız yüksekokullu. Evlenmeyi planlamışlardı. Eve gelirken kız arkadaşına uğramış, izin dönüşü tekrar uğrayacaktı. Kızın resmini de göstermişti bana. Bu ilişki benim hayat felsefeme uymasa da durumuna yorum yapmamış, sadece kutlamıştım.

Birol'la aramızda kalmış bu özel durumları nineme anlattım, gözü yaşlı beni dinledi. Anlattıklarımın tümünü sanırım anlamadı."Eu gidi oğul, giderken bağa uğramış helâllik almıştı. Birol'a kıyan o hainleri Rebbum perişan etsun. Ölum gençlere yakişmayi, yakişmayi… Allahun Rahmeti Birol'umun üzerine olsun." diye söylendi. Çenesini oynatarak üzüntüden yerinden çıkmış damak dişlerini ağzının içine yerleştirdi, zorlukla yutkundu. Kederini bana daha fazla göstermemek için kollarını yukarı kıvırdı. Duygularına tercüman başka sözü kalmadığından yerinden zar zor kalktı. Avluya gitmek üzere kapıya yöneldi. Babamın çam tahtadan omurgasını, annemin lastikli saten örtüsünü yaptığı aile imalâtı ayakkabılığın örtüsünü aralayıp en alt raftan abdest nalınlarını aldı, önüne attı, titizlikle giydi. Abdest almak için ayaklarını yere sürte sürte avluya çıktı.

Ben de ellerimi yüzüme sarıp mabeyinde hıçkıra hıçkıra ağladım. Kırk gün büyük olduğum Birol'un kırkında evdeydim. Annesi beni görünce artık bana ne diyecekti. Ben annesine artık ne diyecektim, nasıl gülecektim?

Yorumlar

Gündeme esir olduğum, kendi adıma öfkemin mantıklı lâf edebilme, yazı yazabilme becerilerime ket vurduğu bir dönemden geçiyorum.

Baksanıza son 7-8 ayda, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin 88 şehiti varmış. 350'den fazla da terörist öldürülmüş.

Bu ülkenin resmi bir savaş olan Kıbrıs Harekâtı sırasında verdiği şehit miktarını biliyor musunuz? İkiyüz elli cıvarında askerimizi kaybetmişiz o savaşta. Eee, şimdi ne oluyor?

Öfkeliyken yazmamalıyım, yazmayacağım.

Sayın Sadık Dal'ın yazısını gözü yaşarmadan okuyan olacak mı bilmem? Ben okuyamadım.

Aklımda şehit sınıf arkadaşlarım, gözümün önünde onların hiç yaşlanmayacak simaları varken, mümkün olmadı.

Kaleminize sağlık Sadık Bey! İçimin acısının birazını sizinle paylaşmış gibi oldum. Sağ olun!

Melih Özel - 11 Eylül 2012 (14:27)

Arkadaşlıkların böylesine bir şehit ağıtına dönüşmemesini diliyorum Elinize sağlık.

Şükrü Er - 15 Eylül 2012 (21:17)

Yukarıdakı yazılanlara gönülden katılıyorum. "Ölüm gençlere yakişmayi, yakişmayi…" Bugün televizyonu açtığımda aklı başında bir kişi "Nefret söylemleri suç sayılmalı" diyordu. Bir an düşündüm, eğer nefret söylemlerini kaldırırsak, Facebook duvarlarımız mı boş kalır? Vatanımızı, milletimizi sevdiğimizi mi ispat edemeyiz? Bundan mıdır nefreti körüklememiz?

Şima Mcgregor - 17 Eylül 2012 (19:27)

diYorum

 

Sadık Dal neler yazdı?

66
Derkenar'da     Google'da   ARA