Patronsuz Medya

Bir Mutasavvıf, Bir Âhî hümanisti, Celaleddin Rumî Mevlâna

Radi Fiş

Künye - Radi Fiş, Bir Mutasavvıf, Bir Âhi hümanisti, Celaleddin Rumî Mevlana, Rusçadan çeviren: Mazlum Beyhan - Yön yayıncılık, Ekim 1990
Gönderen: Seyit Balkuv  


Seven kadınlar ve analar, başlarına bir şey gelir korkusuyla sevdiklerini ve oğullarını bilinmeyen bir yere atılmaktan alıkoyarlar, ruh güçlerinin olgunlaşmasına, onların bu güce egemen olmasına olanak tanımazlar. Ve bilincin aydınlığından yoksun sevgileriyle, olgunlaşmamış ruhun tüm dünyayı içine doldurmak istercesine uçuşunu destekleyecek yerde, boyunlarına sarılır ve onları evrenin ve insanın birliğinin yüce gizine dokunmaktan alıkoyarak, bencilliğin, alçaklığın uçurumuna çekerler.

* * *

Adamın biri Seyid Burhaneddin'e: "Biliyor musun, falanca adam seni çok övüyor" demiş. Burhaneddin, "Bu adam beni nerden tanıyor ki, övmeye kalkıyor? Eğer sözlerimden tanıyorsa, beni tanımıyor demektir. Çünkü söz ve ses, ağız ve dudaklar, yanlızca birer belirtidirler. Eğer yapıp eylediklerimden tanıyorsa, yine tanıdığı söylenemez, çünkü iş, ikincil ve geçici olan bir şeydir. Ama beni özümden tanıyorsa ve övgüsü sözlerime, yapıp eylediklerime değil de, özüme ilişikinse hakkı vardır övebilir, çünkü beni tanıyor demektir" demiş.

Burhanedin'in özle belirti arasındaki köklü farklılığa değinirken ne söylemek istediğini daha iyi anlamak istiyorsanız, kum falı öğrenen şah oğlunun şu öyküsüne kulak verin:

"Bir zamanlar bir şahın, değil şahlığı, en basit bir işi bile emanet edemeyeceği, aptal bir oğlu varmış. Şah acaba bu oğlana ne öğretsek, diye uzun süre düşünmüş, sonunda, varsın, demiş, remil sanatını öğrensin söyle bütün incelikleriyle. Önbilicilik, falcılık işinin önde gelen uzmanları epey bir süre diretmişler, bu iş olmaz diye, ama sonunda şah iradesinin önünde boyun eğmişler.

Aradan birkaç yıl geçmiş. Ustalar, şah oğlunu saraya getirmişler el etek öpüp: 'Oğlunuz çok çalıştı, remil ilminin bizim bilebildiğimiz bütün yasa ve kurallarını bütünüyle öğrendi' demişler. Şah, yüzüğünü avcunda gizleyip sormuş oğluna: 'Bil bakalım elimde ne var?' Delikanlı kum üzerine birtakım şekiller çizmiş, noktaları dökmüş, düşünmüş, taşınmış sonunda: 'Yuvarlak, ortası açık bir şey' demiş.

Şah oğlunun zekâsından memnun, 'Bütün belirtileri bildin' demiş, 'hadi şimdi de adını söyle'

Şehzade biraz düşündükten sonra cevabı yapıştırmış: 'Değirmen taşı!'

'Pek çok belirtiyi, bilgi gücüyle doğru olarak saptadın' demiş şah. 'Ama değirmen taşının avcuna sığmayacağını anlamaya aklın yetmedi!'

Kıssadan hisse, -diye sürdürdü sözlerini Celaleddin- günümüzde bilginler, kendi alanlarıyla ilgili olarak kılı kırk yarıyorlar, en küçük ayrıntılara dek iniyorlar. Ama kendilerine en yakın, kendileri için en önemli olanı, yani özlerini bilmiyorlar. Fâkihler ve ulema, dünyadaki her şeye meşru–memnu, iyi-fena ayrımı uyguluyorlar, ama kendilerinin temiz olup olmadıklarını bilmiyorlar, ya da genel olarak, kendilerinin ne olduklarından ya da olmadıklarından hiç haberleri yok…

* * *

Müslümanların ermiş bilip saygı gösterdikleri bir ihtiyarın da ellerine geçtiğini öğrenen bir Moğol, ihtiyarı yakalayan askere, tutsağını bin dirheme kendisine satmasını önerdi. Bu ahı gitmiş vahı kalmış ihtiyar karşılığında ummadığı bir zenginliğe kavuşmanın şaşkınlığı içindeydi asker. Ama ozan onu durdurarak:

- "Bu kadar ucuza satma beni." dedi.

–" Çok daha fazla ederim ben."

Bunun üzerine asker pazarlığa tutuşmaya kalktı, ama alıcının daha fazla vermeye niyeti yoktu; malın senin olsun gibisinden bir el sallayıp uzaklaştı. Attar istese canını kurtarabilirdi. Ancak artık o cana gerek duymuyordu. Yaşlı, güçsüz ihtiyar için kimse bir dirhem bile vermiyordu.

Bir Moğol askeri, talihsiz arkadaşıyla alay etmek için: "Bak dedi, sana çok iyi bir teklif; elindeki ihtiyar maymun için bir çuval has saman vereyim sana!" .

Ozanın nicedir beklediği an gelmişti. "Hemen kabul et teklifini, dedi, çünkü bundan fazla etmem ben!"

Öfkesi tepesine çıkan asker kılıcına sarıldı. Ozanın nicedir gönlünde yatan fani dünyayı terketme arzusu da böylece gerçekleşti.

Celâleddin'in yüreği, aradan geçen yaklaşık yarım yüzyıla karşın şu an bile, tıpkı Attar'ın karşısında durup da onun sönmekte olan gözlerine baktığı anda olduğu gibi, dünyaya karşı yakıcı bir acıma duygusu ile doluydu.

* * *

Ah rebab, sevgili rebab! Celâleddin'in dünyada belki de en çok bağlı olduğu şeydi rebab. Hatta şiir yazması bile belki de şiirin müziğinin, sözcüklerin ifade edebildiğinin ötesinde bir şeyleri ifade edebileceğini düşünmesindendi. İnsanda gizli olan ruhsal güçleri ortaya çıkarmak, insanı bıkkınlık veren gündelik uğraşların tekdüzeliğinden kurtarmak ve her insana özgü ruh dünyasına girmeyi sağlamak için müzik ve rakstan daha etkili bir başka şey olamazdı. Öğrencilerine en sık yinelediği sözlerden biri şuydu:

"Dünyada insanları bilgece tartışmalardan daha çok hiç bir şey ayıramaz… Ve dünya da hiç bir şey raks ve müzik kadar insanların birliğini sağlayamaz."

* * *

Var olan her şeyi harekete geçiren şeydi aşk, Celâleddin için. Bir tohum, bir ot, bir hayvan da sevebilir ona göre. Ama yalnızca insan hem bedeniyle, hem bilinciyle, hem düşgücüyle, hem belleğiyle sevebilir.

Saltık olana ulaşma arzusuyla yanan Celâleddin için en büyük aşk, hakikat aşkıydı. Ama o, diyalektik düşünce sisteminin gereği olarak, çileci sufiler gibi, bedensel, dünyevi ya da kendisinin de geçici dediği aşkı küçük görmüyor, insanı hadım etmiyordu. Sanat aşkı, toprak aşkı ya da yurt aşkı… Her aşk hakikî aşkın bir basamağıydı ona göre, dolayısıyla hayırlıydı. Aşkı güneş ışığına, insanı sonsuza dek kendi içinde hapseden bencilliği ise bu ışıktan gözlerin kör olmasına benzetiyordu. Kadına duyulan aşkı ululuyordu, çünkü böylece kendine benzer birini severek, insan hem kendi özünü, hem de genel olarak insanlığın özünü kavrıyordu. Ve şu anda, gece karanlığını çınlatarak, aşkta eriyip yok olma üzerine şiirler okuyan ak sakallı ihtiyarın döne döne yaptığı raks, bir kendinden geçiş içinde, tüm dünyayla aşkta birleşmeden başka bir şey değildi.

* * *

İster ağırlatılmış bir metal, ister durgun bir su yüzü olsun; ayna olmadı mı, insan kendi yüzünü göremez. Bir başka insan olmadı mı, insan kendini anlayamaz; insan ancak başka insanlar aracılığıyla kendini gerçekleştirir, kendini anlayabilir. Ama insan ayna değildir. İnsan, hem ışık yayıcı, hem de yansıtıcıdır. Aynı anda hem özne hem de nesnedir. Bu bakımdan iki insanın ilişkisi, özellikle de Celâleddin'le yeni dostu (Şemseddin) gibi insanların arasındaki ilişki, diyalektik yasalarına göre, çelişmelerin giderilmesi yoluyla zıtların birliğinin gerçekleşmesi şeklinde gelişen karmaşık bir psikolojik süreci dile getirir.

* * *

Şemseddin de kitabî bilgiden nasipsiz değil idi; dostu Celâleddin'in zamanın bütün bilgileriyle donanmış olduğunun farkındaydı. Kitapların, çoğu bilim erine olduğu gibi Celâleddin'e de canlı dünyayı kapatan bir perde; yaşayan, devinen dünyanın üstüne gerilmiş bir kefen işlevi görmeye başladığını farketmişti. Bu yüzden kendisini babasının Makaalat'ını ya da Mutannabi'nin divanını okurken gördü mü, tutulmuş gibi: "Okuma! Okuma! Okuma!" diye haykırıyordu.

Ulemânın, şeriat bilginlerinin, kendilerinden önceki ustaların yargılarına kölece bağlılıkları, önlerinde akan hayata gözlerini kapayışları, bütün canlı duyumlara, coşuşlara kapalı oluşları, Şemseddin'i çileden çıkarıyordu. "Biz dirisine sahibiz; ölü Tanrı'dan bize ne?"

"Nihilizm", o çağlarda bilinen bir sözcük olsaydı eğer, düşünceleri hadım edilmiş zihni perişanlar, Şemseddin'i herhalde nihilistlikle suçlarlardı. Onlar "küstahlık" ve "cehalet" le suçladılar. Ve yedi yüz küsür yıl boyunca bu suçlama kitaptan kitaba geçti ve günümüze dek bir tek bilim erinin, bu suçlamaların aslını astarını, ilk kaynaklara başvurarak araştırmaya vakti olmadı.

Sufi söyleyişlerinde Şemseddin uzakça bir köşede oturuyor ve konuşmaktan çok dinliyordu. Biliyordu çünkü; ağzını açıp da düşüncelerini söyleyecek olursa, kendisini hemen din sapkınlığıyla suçlayacaklardı. Ama bir gün dayanamadı; yine bol bol hadisler aktarılıyor, geçmiş zaman din ulularının özlü sözlerine, peygamberlerin mucizelerine, ermişlerin, evliyaların kerametlerine göndermeler yapılıyordu. Oturduğu yerden bağırdı:

- Daha ne zamana kadar şeyhlerin, velilerin sözlerini yineleyip duracaksınız? Hiç kendi sözünüz yok mu sizin?

Bir taş gibi düştü bu sözler kalabalığa. Ağır, uzun bir sessizlik oldu.

* * *

Selçuklu emirlerinden Celâleddin Karatay, o kış hayır olarak yaptırdığı medresenin açılışı onuruna Konya'nın bütün ileri gelen din bilginlerinin, şeyhlerin yeni medresede toplanmalarını buyurdu. Bir köleyken özgürlüğü bağışlanan Karatay, aslen Rum'du ve devlet hizmetinde valiliğe dek yükselmişti. Sonradan müslüman olan bütün dönmeler gibi de, yeni dininde alabildiğine sofuydu. Bilginler Sultanı'yla oğlundan da güleryüz ve yakınlığını esirgememiş, hatta babasının yüce niteliklerinin Mevlâna'ya yüklenmesine karşı çıkan ulemaya karşı, Mevlâna'yı desteklemişti. Bu bakımdan çağrıyı geri çevirmek, Karatay'a hakaret gibi olacaktı. Kaldı ki bu, Şemseddin Tebrizî'yi Konya'nın ileri gelen ulemasına tanıtmak için de iyi bir fırsattı.

Medreseye birlikte gittiler. Mevlâna'yı hemen alıp baş köşeye Kadı Sadreddin'le Karatay'ın yanına oturttular. Şems ise kapının orda, ayakkabıların çıkarıldığı yerde kalmıştı. İlahiyat bilginlerinin, şeyhlerin, müderrislerin bilgilerini gösterebilmeleri için bu tür toplantılarda hep yapıldığı gibi ortaya bir tartışma konusu atıldı. Bu toplantının konusu, bugün bize anlamsız gibi görünebilecek olan, o dönem içinse önemli olan, toplantılarda en saygın konuğun oturtulacağı yerin neresi olduğu konusu idi. Başka bir deyişle "baş köşe" diye nereye derlerdi?

Ulemâ ve şeyhler, hep olduğu gibi, birbiri ardınca Kur'an dan alıntılar, hadislerden aktarmalar yapmaya, pergamberlerin yaşamıyla ilgili söylencelere, din ulularının yazıp söylediklerine göndermeler yapmaya başladılar. Bir yerin ötekinden daha önemli, daha "baş köşe" olduğunu kanıtlamak için akıl almaz mantık oyunları yapıyorlardı. Ama her mantık oyunu, Kur'an'dan hadislerden yapılan her alıntı, karşı mantık oyunları ve karşı alıntılarla çürütülüyordu.

Tartışma uzadıkça uzamıştı. İkide bir Şemseddin'in bulunduğu tarafa bakan ozanın öfkeden içi içine sığmıyor, ama hiç bir şey belli etmeden sıranın kendisine gelmesini bekliyordu. Sonunda söz sırası ona geldi.

- Başköşe, bilginler için odanın tam karşısı, ârifler için köşesi, sûfiler için kıyısıdır. Ama âşıkların mezhebinde baş köşe, sevgilinin yanıbaşıdır.

Bunları söyledikten sonra yerinden kalktı, kapıya doğru yürüdü. Kalabalık ikiye yarılarak kendisine yol verdi. Az sonra da Bilginler Sultanı'nın oğlu, saygın şeyh, büyük bilgin, ünlü müderris Mevlâna Celaleddin'in soyu sopu, sıfatı sanı belirsiz yabancının yanına oturduğu görüldü. Mevlâna'yı oğlu Veled, kuyumcu Selâhaddin, sır kâtibi Hüsamettin ve birkaç müridin izlediği görüldü. Geri kalanlar oturdukları yerde kaldılar.

* * *

Döneminin en bilgili, en kültürlü insanlarından bir olan Celâlledin, tek üstünlükleri sağlam bir bellek olan hazır bilgi tüketicilerinden nefret ediyordu.

* * *

"Mesnevî" dünya edebiyatında eşi benzeri olmayan bir yapıttır. Bu, her şeyden önce bir ozanın yazdığı değil, söylediği bir yapıttır. Şiir, açıkça ve yüksek sesle okunmak içindir. Yirminci yüzyıl ozanlarına mal edilen bu yeniliği, Celâleddin onüçüncü yüzyılda uygulamıştı.

* * *

Önceden tasarlanmış bir planı da yoktur "Mesnevî" nin. Hiç bir düzene, kurala, yasaya uymaz. Tek yasası, özgürlüktür. Özgür düşünce, özgür ruh, özgür anlatım, özgür çağrışımlar. Altı cilt, yirmi beş bin altı yüz onsekiz beyit, on beş yılda yaratılmışlardır. Ama biçim olarak, dünyaya bakış olarak bunların tümü tek bir kitaptır.

* * *

Ozan yüksek sesle düşünür. Bir düşünce bir başkasını çağrıştırır, bu bir başkası da, bir başkasını. Düşüncesini pekiştirmek için araya bir halk hikâyesi sıkıştırır. Bu hikâyedeki tiplerden (insan da olabilir bunlar hayvan da) biri, kendisine eski İran ya da Yunan mitolojisinden bir söylenceyi anımsatır; derken bu söylenceyi, kendi başından geçen, bazen gülünçlü, bazen üzünçlü bir olaya bağlar, bundan sonra yine ilk hikâyeye döner; ama hikâyeyi tamamlamadan araya felsefi bir ilke, bir atalar sözü ya da Kur'an'dan bir sure sokar, bu arada öğrencilerinin sorularını yanıtlar, sonra, kaçıncı defaysa artık, yeniden ilk hikâyeye döner, sözün kubbesini diker: Düşüncesini olanca tamlığıyla açıkamıştır artık. Ve böylece şiirli bir anlatım, tıpkı hayatın kendisi gibi özgürce akar gider.

Hep aynı vezinde ve öykü anlatma biçiminde olduğu için bazen monotonlaşır. Tıpkı çok uzun süre, aynı hızda yağan yağmur gibi… Ama sonra birden çoştuğu, köpürdüğü görülür. Kimi kez neşelendirir, kimi kez hüzünlü. Ağıza alınmaz sözlere bile rastlanır yer yer.

Ne üzerinedir peki bu kitap? Dünyanın birliği, insanın birliği üzerine; ama aynı zamanda da dünyanın ve insanın sonsuz çelişkileri üzerine. İnsanın yüceliği üzerine, ama aynı zamanda da insanın zayıflıkları üzerine. Aşk üzerine, ama aynı zamanda da nefret üzerine. "Mesnevî"nin ne üzerine olduğu sorusuna yanıt verebilmek için, yine "Mesnevî" gibi bir kitap yazmak gerekir.

* * *

Ne sultanlar, padişahlar tarihidir "Mesnevî", ne de "Gemici Sinbad'ın serüvenleri"… Tüm dünyayı kendi özünde duyma ve kendi varlığının bilincine varma arzusu içindeki insan ruhunun senfonisidir bu kitap.

Yorumlar

Suna Çelik 12 Ocak 2010 (14:24)

Çok önemli bir eser, mutlaka okunması gerekenlerden…

Zeynep Sultan Özden 20 Kasım 2011 (19:01)

Mesnevî'den:

Kişi, yiğitlikte Zaloğlu Rüstem bile olsa, Hz. Hamza'dan bile ileri geçse yine hükmetme hususunda karısının esiridir.

Adem sözlerinden alemin sarhoş olduğu Muhammed (a. S) bile 'Kellimini Ya Hümeyra'derdi.

Gerçi zahiren su, ateşten üstündür; fakat bir kaba konulunca ateş, onu fıkır fıkır kaynatır. İkisinin arasında bir tencere, bir çömlek oldu mu ateş, o suyu yok eder, hava haline getirir. Görünüşte su nasıl ateşten üstünse, sen de kadından üstünün; fakat hakikatte ona mağlupsun, sen onu istemektesin.

Ancak böyle bir hassa sadece ademoğlundadır. Çünkü insan da muhabbet vardır. Hayvanın muhabbeti azdır ve bu da onun nakıs olmasından ileri gelmiştir.

Peygamber (a. S) dedi ki: 'Kadınlar; akıllı kişilere, ehli dil olanlara fazlasıyla galip olurlar, fakat cahiller kadına galebe ederler.' Çünkü onlar sert ve kaba muameleli olurlar. Onlar da acıma, lutfetme, sevme azdır. Çünkü tabiatlarında, yaratılışlarında hayvanlık üstündür.

Mevlâna Celaleddin Rumî

diYorum

 

55
Derkenar'da     Google'da   ARA