Patronsuz Medya

Eskisin sen, eski kal

Özgür Tekin - 9 Mayıs 2015  


Nejat İşler, bir güzel adam. Şanı şöhreti, parayı pulu ve tabii bütün o hengâmeyi bir kenara bırakıp, pek çoğumuzun hayalini kurduğu bir yaşamı tercih etti, edebildi. Yolu hep açık olsun. Arada bir bazı aforizmik lâflar da ediyor. Birini hatırlıyorum; "param olduktan sonra bütün sarılar benim" demişti, "neden arabanız yok?" diye soran muhabire.

Doğru söze ne denir. Belki biraz anarşizan bir sözle getirebilirim devamını, ancak o kadar. "Sahip oldukların, sana sahip olur." Fazla iddialı gelebilir. Züğürt tesellisi de diyebilir kimileri. Ona da, mümkündür, diyeceğim. Bildiğim tek şey, hiç bir şey bilmediğimdir. Belki param olsa şöyle afili bir araba alıp, eşe dosta caka satabilirdim ben de. Ama yok. Bu türden lâfızların üzerine tereddütsüz atlamam, züğürtlüğümün sonucu olabilir yani. Her şey mümkün. Bilinci belirleyen, yaşamdır sonuçta.

Yahu felsefe de biliyorum ben, onu anlatmaya çalışıyorum, hâlâ anlamadın mı abla?

Velhasıl kelâm arabam yok. Ve dahi, evime yakın bir otobüs durağı da. Metro desen, koca şehrin kuşbakışı haritasında birkaç küçük noktacıktan ibaret. Uğramaz bizim semte. Tramvay, tren, metrobüs hakeza. E taksiye verecek param da yok. Ne kaldı geriye?

Dolmuş mu dedin abla? Tebrikler. Yalnız ona buralarda biz, minibüs diyoruz. Sizin semt her halde daha bir mutena. Benim halimse perişan. Karar veremiyorum bir türlü. Hiç bir 'biz'e ait hissetmiyorum kendimi. En kötüsü de bu.

Hal böyleyken, bir ulaşım aracına ortak bir isim bulamışken daha yani, bir takım mutedil adamlar çıkıp çıkıp "hepimiz aynı gemideyiz" diyerek itidal tavsiye ediyorlar ya durmadan, gülesim geliyor. Sonra da, "iki sınıf vardır" diye bir giriş yapasım. Hâlâ vardır yani, her şeye rağmen vardır. İnan bana. Ama tutuyorum kendimi. Neme lâzım, komüniste çıkar adımız sonra.

Bu taşımacılık sisteminin bize özgü olduğunu söylüyor kimileri. Bilemem. Ne gitmişliğim, ne de görmüşlüğüm var. Ama minibüsten her indiğimde, şöyle sınıra doğru bir uzanasım gelmiyor değil. O da ayrı mesele. Birileri çıkıp "Ford'un Amerikan politikalarına ve ülkelerin taşımacılık sistemine etkisi" konulu bir şeyler yazacak olsa pek bir keyifle okurdum ama bak. Bu da sosyologların mı, ekonomistlerin işi mi, bilemedim şimdi.

Biz kendi işimize bakalım. Geçen gün, 'Vakitlerden bir sabah namazında' yine, dilimde Ford'a ettiğim küfürlerin bini bir para, bindim minibüse. Yani doğrusu, kapıyla, her boşluğu doldurma, her santimden yararlanma konusunda yetenekleri ister istemez gelişmiş o insan kalabalığı arasında ittire kaktıra, bir 'yaşam boşluğu' oluşturdum kendime. Yine diyeceğim kendimi tutamayıp; yaşam boşluk tanımaz abla. Doldurur. Evrim diye de bir şey var ayrıca. Kesinlikle var yani.

Sonra dedim ki kendime; yok evrimmiş, yok devrimmiş böyle abidik gubudik işlerle kafanı yoracağına pratik düşün biraz, en azından daha rahat bir yer kestir gözüne ve tetikte ol. Öyle de yaptım. İnen birinin yerini dolduruverdim bir hamlede. Sonra da gurur dolu gözlerle baktım etrafa. Kıskanç bakışlarla karşılaşınca çevirdim gözlerimi hemen. Madem ki ayağıma çabuktum, şoför penceresinden giren havayla ciğerlerimi doldurmak da sonuna kadar hakkımdı.

Nasıl oluyor tam olarak bilmiyorum ama inmeye niyetleneni hissetmek gibi bir yeteneğimi keşfettim nicedir. Tam önümdeki koltukta oturan amca hastaneye yaklaşırken kıpırdamaya başlayınca, sırtımı kalabalığa dönerek koltuğu korumaya aldım hemen. Yine de ne olur ne olmaz diye çevirdim kafamı; uyanığın biri ani bir atağa kalkışabilirdi sonuçta.

Bir saniyelik olay… Az ilerimde, sıcaktan mı yoksa başka bir şeyden mi artık, kıpkırmızı bir yüzle bir yerlere tutunmaya çalışıp, masum gözlerini benim koltuğa dikmiş genç kızı görünce içimdeki bütün o mücadele, kazanma hırsı sönüverdi birden. Ne için mücadele edecektim, kıçım için mi? Kime karşı kazanmış olacaktım? Şu kızcağıza karşı mı?

Kaybetmeyi tercih ederdim. Pozisyonumu koruyarak, oturması için koltuğu işaret ettim kıza.

Doğuştan kazanılmış bir hak olduğunu düşünüyordu her halde ki, bir teşekkür bile etmeden geçip kuruldu yerine. Eliyle saçlarını düzeltirken, derinden bir "offf" çekti. Çantasını didik didik edip nihayet bulabildiği telefonunun ekranına baktı sonra. Dönüp yanına oturduğu kadının yüzüne baktı ve tekrar "off." Kadın, hafifçe gülümseyerek ona dönünce daha da uzatmadı, "kimse de sevgi, saygı kalmadı" diyerek girdi lâfa.

"Kalmadı" dediğine göre, daha önce olduğunu iddia ediyordu demek. Zaten hemen sonra "eskiden böyle miydi ya" diyerek doldurdu boşluğu. Kadın da yüzünde aynı gülümseme, kafasını sallayarak onayladı onu.

Bildiğimiz muhabbetin giriş cümleleriydi yani bunlar. Yalnız, o muhabbeti başlatmak için girişimlerini devam ettiren kızcağız, olsun olsun en fazla yirmi yaşında falandı. İşte buna çok şaşırdım; ne kadar "eski"den bahsediyor olabilirdi ki? Yaşım neredeyse iki katı falan olduğundan, benim bilmediğim bir "eski" olamazdı bu. Demek ki, "eski" bile özneldi. Bahsettiği "eski"ye dair benim hatırladıklarım, onunkinden çok farklıydı çünkü.

Ben meselâ, toplu taşıma araçları özelinde konuşacaksak eğer, bugünün eskisinden çok daha iyi olduğunu söyleyebilirim rahatlıkla. Haa, şoförler konusu ayrı tabii, o koltuğun başka türlü bir havası olduğu, oturana bir haller olduğu muhakkak zannımca. Yahu eskiden de, etrafa aldırmadan bağır çağır konuşurdu insanlar, şimdi de öyle. Patır patır patlatılan sakızların markası değişti sadece (Ahhh! Nerede o eski sakızlar?) Uyuma numarası, beynelmilel bir yöntem zaten. İtiraf edeyim; birkaç kere yapmışlığım da var. Kadın yolculara karşı, gösterilen yakın ilgi, alâka da değişmeyenlerimizden. Daha da saymaya gerek var mı bilemedim şimdi.

En azından araçların tavanı yükseldi de, iki büklüm gitmekten kurtulduk onca yolu. Bel ağrısı yok çok şükür. Yahu, o kalabalıkta fosur fosur sigara içilirdi de yüzümüze üflenirdi dumanı. Daha ne söyleyeyim?

"Eski"ye dalıp gitmişim. Kendime geldiğimde yüzünde acaip bir tiksinme ifadesiyle kendi kuşağından, lisedeki arkadaşlarının marifetlerinden söz ediyordu kızımız. Etek boyunu hiç kısaltmamış, tuvalette sigara içmemiş, asla makyaj yapmamış, okuldan hiç kaçmamış, bütün sınavlardan hep iyi notlar almış, tabii. Art arda sıraladığı nefret dolu cümleler içimi daralttı. Ciğerlerimi falan boş verip arkaya doğru ilerledim. İnsan böyle mi muhafazakâr oluyor acaba diye bir soru takıldı kafama, dışlanmışlık ya da kendini dışarıda bırakma, onlar gibi olamama durumu ve sonra 'onlara' duyulan nefret. Hepsine boş verdim.

Ayakta onca insan olmasına rağmen 5-6 yaşlarında bir çocuğun annesinin yanında oturduğunu gördüm çünkü. Uyuyor falan da değildi üstelik. Cin gibi gözlerle süzüyordu etrafı. Çocuğu rahatlıkla kucağına alabilir, oturması için bir kişiye yer açabilirdi yani kadın. Ama pek oralı gözükmüyordu.

İyimserliğimi korudum yine de; çünkü ayakta olanların tamamı erkekti ve kadın da dışarıdan bakıldığında en azından dini bütün bir görüntü koyuyordu ortaya. Bir erkekle yan yana oturmayı günah saydığından böyle bir yol bulmuş olabilirdi pekâlâ. Bu da olsundu hadi.

Az ileride başka bir kadın binip, çocuk da ona yer vermek üzere ayağa kalkmaya davrandığında annesinin bacağını sıktığını, kaşlarını çatıp dişlerinin arasından "otur" diye fısıldadığını görünce, anladım meselenin başka olduğunu.

Çocuk fetişizmi mi dersiniz artık, içgüdüsel bir korumacılık mı, yoksa başka bir şey mi, bilemem.

Ama aynı kadının yarın, o kızcağızın kurduğu, hepimizin de çok iyi bildiği cümlelerin aynını bir vesileyle tekrar edeceğinden, neredeyse eminim: "Kimsede sevgi, saygı kalmadı."

Muhatabı ben olursam o sözlerin, ne yanıt vereceğimi çok iyi biliyorum: "Siz hep aynıydınız."

Sen de bil diye söylüyorum abla. Bil ki, o çok özlediğin çocukluğun asla gelmeyecek geriye. Bil ki, çocukluğuna duyduğun özlemi, ne olduğu belirsiz bir "eski"nin içine sarıp sarmalayıp kafasını ütüleme kimsenin. Hatta mümkünse; eskisin sen, eski kal.

Nejat İşler'le başladık madem onunla bitirelim:

"Herkesten eşit nefret ediyorum, herkes de benden etsin istiyorum. Çünkü hiç bir samimiyetsizliği benim kafam götürmüyor. Götürmüyor…"

Yorumlar

Patlatılan sakızlar kısmı bile yetti tek başına: ( Benim de artık "götürmüyor" da ne yapacağız? Bişey yapmalı mı? hala…

Hülya Yalçın - 21 Mayıs 2015 (12:53)

diYorum

 

Özgür Tekin neler yazdı?

47
Derkenar'da     Google'da   ARA