Patronsuz Medya

Adsız

Özgür Tekin - 9 Temmuz 2015  


Ona bu adı kim taktı bilmiyorum. Belki doğumundan sonra babası gerçek ismiyle birlikte bir sır veriyormuşçasına fısıldamıştı kulağına da duymuştuk.

Ya da annesi onu böyle severdi de bebekken, dilinden alıp yerleştirmiştik dilimize. Belki de daha anne karnındayken görünmeyen bir damgayla basılmıştı alnına da, nasıl olmuşsa olmuş, görünmeyeni gören densizin biri bir yandan kahkahalar atıp parmağıyla göstererek, bir yandan da bağırmıştı "kepçe, kepçe" diye.

Sonra konuşmaya bile üşenen tembelin biri fazla uzun bulup kısaltmıştı Kep olarak belki.

Bildiğim şu ki; yaz kış takılmaktan yıpranıp, arada bir yıkandığında rengi değişen bir bereyle örttüğü kulaklarını görmemişti kimse.

Hoş, o bereyi takmasa da göremezdik zaten. Çünkü kulaklarını da örtecek biçimde uzatırdı saçlarını. Üstelik herhangi bir şekle falan sokmaya da çalışmazdı. Onlar da canları nereye gitmek isterse o tarafa doğru uzayıp giderlerdi işte.

Artık uzun eşekte yastık, saklambaçta ebe, top oynadığımızdaysa kaleci olmaktan sıkıldığından mı, yoksa zaten 'serserinin teki' olduğundan mı bilmiyorum, o güne kadar herkesin aklınca bir isimle çağırdığı, Kep Osman demeye başladıktan sonra ise, zaten biz de Co derken Osman demeye çalışıyorduk da dilimiz dönmüyordu bir türlü dercesine yeni ismini benimsediği, belki sadece ve tabii en çok hüzünlü bakışları nedeniyle mahallenin köpek çetesinin liderliğini yapan o cılız mı cılız sokak köpeğini seçmişti en iyi arkadaşı olarak.

Osman da sanki ömrünü Kep'i aramakla geçirmiş de sonunda onu bulmaktan mutlu mesut bir yüz ifadesiyle bu kez, çetesine yüz vermez selâmlarını bile almaz olmuştu artık. Bazen yanında, bazen önünde ve çoğu zaman da arkasında yürümekten, o durursa durmaktan, bir yere girdiyse beklemekten başka bir şey yaptığı yoktu gün boyu. Yolun kenarında durup küstah bakışlar fırlatan kabadayı kedileri görmezden gelirdi örneğin, onu bekleyen çöp yığınlarınaysa göz ucuyla bakmakla yetinirdi çoğu kez.

Kep' i görenin Osman'ı, Osman'ı göreninse Kep'i arar olmuştu gözleri.

Aynı mahallede oturur, aynı okulun aynı sınıfına giderdik Kep'le. Hep en arka sırada pencere kenarında oturur, hangi ders olursa olsun ilgilenmez bahçe duvarının dibine uzanıp teneffüs zilini bekleyen Osman'ı izlemekle geçirirdi vaktini.

Sonra okul dağılır, Kep koşarak en önde çıkardı kapıdan. Osman içinse düğün bayramdı son zil. Hemen ayağa kalkıp gözünü kapıya diker, Kep göründüğündeyse artık yerinde duramaz olup sağa sola sıçrar, bütün gücüyle kuyruğunu sallar, arka ayaklarıyla dikilip boynuna sarılmak istercesine atılırdı Kep'e doğru. Onun yapamadığını Kep yapıp boynuna sımsıkı sarılır, sonra da kocaman, nemli siyah burnuna bir öpücük kondururdu Osman'ın.

Akşam olana kadar ikisi de görünmezdi ortalıkta. Derken kravatsız ceketsiz, tere çamura batıp yorgunluktan bitap düşmüş bir Kep ve onun arkasında yine çantası boynuna asılı, dili dışarı sarkmış bir Osman olarak, yokuşun başında bütün gün belki iki çift lâf ederiz diye akşamı, akşamla birlikte pervaneleri bekleyip duran o bitkin sokak lâmbasının altında belirirlerdi ansızın. Sonra Kep bahçe kapısını usulca kapatıp bir hayalet gibi eve sızar, Osman da çitlerin kenarına uzanıp havada uçan terliğin, Kep'in kâh baldırlarına, kâh diz kapaklarına ya da işte neresine denk gelirse orasına inen oklavanın, suratında şaklayan tokadın sesini dinler, sonra da başını gökyüzüne kaldırıp bebek ağlamasına benzer sesler çıkararak ulurdu. Belki dostu için bir çeşit yakarıştı bu Allah'a.

Annesi, başına bir iş gelmesin diye korkup tasalandığından mı, ders mers çalışmayıp bütün gününü bir sokak köpeğiyle geçirdiğinden mi, yoksa sık sık kendisini döven kocasına benzetip benzetip hırsını ondan almak için mi döverdi Kep'i, bilmiyorum.

O uzun kayboluşlarda ne yapıyordu bu iki serseri, onu da bildiğimi söyleyemem tabii. O zamanlar kıskançlıkla gözümde canlandırdığım gibi, özellikle ilkbaharda başına papatyalardan yapılmış bir taç takmış yemyeşil bir kıza benzeyen, işte dünya taaa uzaktaki şu tepenin ardında bitiyor sandığımız, o uçsuz bucaksız, çiftlik adını verdiğimiz araziye gidiyor olacaklardı mutlaka. Sonra Kep önde Osman arkada bağıra çağıra çılgınlar gibi koşuyor, koşuyor, koşuyorlardı belki. Artık nefesinin tükendiği yerde sırt üstü uzanıp derin derin nefes alıyor, sonra da gözlerini bulutlara dikerek hayallere dalıyordu da Kep, Osman da bir yerinden giriveriyordu onun hayallerine.

Belki bir masalın kahramanı oluyorlardı birlikte, dünyanın üzerine kötülükler saçan o yedi başlı, ateş dilli ejderhayı bulmak ve hakkından gelmek için maceradan maceraya atılıyor, her maceradan yengiyle çıkıp doyasıya gülüyorlardı. Ejderhayı öldürdüklerindeyse nihayet, göğün dibi deliniyor ve deli bir yağmur halinde sevgi yağıyordu yeryüzüne. Yağıyordu da bütün insanlar o şemsiye denilen şeytan icadını taşlara vura vura parçalıyor, bir çıldırmışlık haliyle birbirlerinin yüzlerine ve hatta renklerine bile bakmadan sarılıp kucaklaşıyor, olabildiğince ıslanabilmek için hırslarından, bencilliklerinden, vurdumduymazlıklarından soyunmaya başlıyorlardı.

Sonra belki ansızın Kep o lânet bereyi fırlatıp bir kenara atıyor, eliyle saçlarını düzeltirken ne güzel unuttuğu kulaklarına rastlayıp içinden bildiği bütün küfürleri ettikten sonra, gözlerini Osman'ın gözlerine dikip, sence de çok mu büyükler, diye soruyordu. Osman şaşkın, ne diyeceğini bilmez halde bakakalıyordu kaçırdığı gözleriyle uzaklara. Ve belki yara sağaltmanın başka bir yolunu bilmediğinden, vücudunun bütün ıslaklığını diline toplayarak hırsla yalıyordu Kep' in yüzünü.

Eti senin kemiği benim zamanlarıydı. Öğretmenlik gerçek anlamda bir kutsal meslek, öğretmenlerse önlerinde ceket iliklenip el pençe divan durulacak, her söyledikleri başın bir hareketiyle onaylanması gereken tapınılası yaratıklardı anne babalar için.

Okulun kışla, müdürün general, öğretmenlerin subay ve öğrencilerin er olduğu zamanlardı. Her türk asker doğar, türk doğmayanlarsa zaten yaşıyor bile sayılmazdı. "Disiplin, disiplin, disiplin"di her şeyin başı.

Her sabah okulun bahçesinde toplanıp sınıflarımıza göre gruplara ayrılır, dağılan sürüyü toparlamakla görevli bir çoban gibi aramıza dalıp kulaklarımızı çeken, çaktırmadan tekme atan, enselerimize ani şaplaklar indiren öğretmenlerimizin talimatları uyarınca bir kolumuzu önümüzdekinin omzuna koyup ip gibi bir sıra oluştururduk. Sonra mikrofondan önce ürkek bir "deneme, deneme" yükselir, ardından kendinden emin bir rahat ve sonra da gururlu bir hazır ol duyardık. Nihayet, uygun adım marş! Girerdik sınıflarımıza.

Bazı günler bu kadar kolay olmazdı okula girmek de, sağlı sollu dizilerek bir koridor oluşturup tepeden bakan öğretmenlerin arasından geçmek zorunda kalırdık. O zaman tereddüt edip başımızı öne eğer ve yine mi sen demesin diye kızararak büsbütün, içimizden yakarırdık Allah'a. O ise, her nedense, bizim değil de berberin duasını kabul ederdi hep.

Artık sonradan belki gülümsemeye dönüşecek, "ne olacak sizin bu haliniz"in izi yüzümüzde evin yolunu tutmaktan, para versin de saçlarımızı kestirelim diye annelerimizin kafasını ütülemekten başka yapacak bir şey kalmazdı bize. Sonra, tabii Kep ve tabii Osman da içinde, bir uğultu kümesi olarak beklerdik berber önünde. Bizi görünce asık olan yüzü gevşeyen berber kalfası içimizden birini hemen kahvede oyun oynamakta olan ustasını çağırmaya gönderirdi. Kimimiz alabros, kimimiz amerikan, kimimiz subay tıraşı ya da annelerinin sözünü dinleyen kimimiz de üç numaraya vurdurmuş olarak çıkıp, okulun yolunu tutardık tekrar. Kep'se üstlerden aldırmakla yetinirdi daima. Aceleye gelip yıkamayı unuttuğundan tabii berber, oramıza buramıza giren kıllar yüzünden hatur hutur kaşınırdık akşama kadar sonra.

Bir gün, o sıkıcı matematik dersindeydik sanıyorum, içlerinde elinde bir çalı süpürgesi ve kürekle okulun hademesi de olmak üzere bir grup öğretmen ve başlarında müdür, dalıverdiler sınıfa. Ne olacağını bildiğimizden hemen ellerimizi sıraların üzerine koyup beklemeye başladık. Her zamanki gibi sıraların altından, ayakkabılarımızın içine kadar arandık ve aradıkları her neyse onu bulamadılar. Ama bazılarımızı ne hikmetse tahtanın önüne gönderiyordu müdür.

Kep de içlerinde beş kişi tahtanın önüne dizilmiş usulca başlarına gelecekleri bekleyip duruyor, geri kalanlarımızsa onlara bakıp bakıp sırıtıyorduk.

Derken, "sizinle mi uğraşacağız işi gücü bırakıp biz ha!" diyerek bunlara doğru döndü müdür. Ardından da, "madem onca lâfa rağmen siz kestirmiyorsunuz ben keserim o zaman" diyerek ceketinin iç cebinden koca bir makası çıkarıverdi bir hamlede. Sihirli bir şeymiş gibi havaya kaldırmayı, bir iki açıp kapamayı da ihmal etmedi üstelik.

Bu beş kişi müdür tarafından iştahla kafalarına derin oyuklar açıldıktan, yere dökülen saçlarını hademenin taşıdığı süpürgeyle topladıktan ve iki kişinin rahatlıkla taşıyabileceği çöp kovasını talimat üzre beş kişi taşıyıp boşaltarak eve yollandıktan sonra, yanındakilerle birlikte kapıyı çarpıp çıktı müdür.

Ertesi gün beklendiği üzere kimi somurtup, kimi sırıtarak ve olur olmaz zamanlarda tükürüklenmiş ellerle kafalarına inen şaplaklar eşliğinde cascavlak çıkıp geldi dördü. Kep' te ise beresini daha sıkı takmış olmak dışında bir değişiklik yoktu. Gelip sıraya girdi ve okula gireceğimiz anda çıkardı ancak beresini. Kıyamet koptu tabii. Müdürün odasında anarşist mi, komünist mi olduğu anlaşılmaya çalışılırken telefon edilip acil tarafından çağırıldı annesi okula.

"Ne biçim çocuk yetiştiriyorsunuz be kadın"la başlayıp annesinin yakarışları arasında son sözünü söyledi müdür: "Yarın da böyle gelirse gözünün yaşına bakmam, veririm tasdiknameyi."

Aynı gün akşam saklambaç oynuyorduk çocuklarla. Kep ortalarda gözükmemişti hiç. Osman ise onların bahçesinin önünde uzanmış, tek gözüyle bizi izlemekle meşguldü. Birdenbire şeytan dürtmüşçesine eve doğru dönüp havlamaya, bahçe kapısını tırmalamaya başlayınca Osman, bir şeyler olduğunu anlayıp her birimiz saklandığı yerlerden çıkarak koşuştuk o tarafa doğru.

İlk bakışta ne olup bittiğini anlamamış, şaşkınlıkla bakakalmıştık; babası bahçedeki kuyunun yanına koyduğu ahşap bir sandalyeye zorla oturtmaya çalışıyordu Kep' i. O en derininden bir sessizlikle gözleri yerde ayak sürüyüp direnirken, Osman da var gücüyle kapıya atılmayı sürdürüp, etrafa yardım dileyen bakışlar atıyordu. Babası tek eliyle Kep'i tutarken, diğer eline aldığı koca bir taşı fırlattı Osman'a doğru bir ara. Köpek hızla uzaklaşarak taştan kurtulmayı başardı ama adamın "susturun lan şunu" demesiyle Mehmet' in karın boşluğuna indirdiği tekmeden kurtulma şansı bulamadı. Yokuşun başına doğru çıkarak acı acı feryat etti bir süre ve ara ara havlayarak yanaşma girişimlerinde bulundu fakat, her seferinde Mehmet' in havaya savurduğu tekmeler engel oldu buna.

Annesi kapının hemen önünde durmuş, elinde tıraş makinası, ağlayarak izliyordu manzarayı. Kocası "gel lan tut şunun kollarını avanak karı" diye bağırınca bir koşu yetişip yapıştı Kep' in kollarına. Adam bir ara bize dönüp "tiyatro mu oynuyor siktirin gidin" deyince birkaç adım geriledik ama hâlâ net olarak görebiliyorduk bahçeyi. Nedense birkaç saniye sonra teslim oldu Kep. "Ha şöyle" dedi babası ve karısının elinden aldığı makinayla ortasından daldı saçlara. İşini bitirdiğinde yerde duran bereyi de fırlatıp attı kuyuya.

Güneş görmediğinden bembeyaz, ay ışığı altında parlayan kafası öne eğik oturmaya devam etti Kep sandalyede. Annesi sarılıp koluna girmese belki kalkacağı da yoktu. Tam ayağa kalktığı anda, ana kulaklara bak lan, diye bağırdı Mehmet. Bir kahkaha yükseldi bizden. Dönüp arkasına bile bakmadı ama, dalından ha koptu ha kopacak bir yaprak gibi titriyor, usul usul ağlıyormuş gibi geldi bana.

Yorumlar

Çocuklukta nasıl da acımasız olduğumuzu aklıma getirmek beni her zaman üzmüştür. Kimine topal, kimine dört göz, kimine karga dediğimizi hüzünle ve pişmanlıkla hatırlarım. Kepçe kulak lakabını benimseyen bir dostumu ise hayranlıkla izliyorum. Defalarca şahit oldum,telefonda kendisini tanıtırken "Ben falan, kepçe kulak falan…" diye konuşuyor. Yine çocukluktan Abbas amca aklımda. Kalın sigara bozuğu sesi ile "Var, git Topal Abbas yolladı beni de…" diyen…

Ahmet Faruk Yağcı - 24 Temmuz 2015 (09:49)

diYorum

 

Özgür Tekin neler yazdı?

48
Derkenar'da     Google'da   ARA