Patronsuz Medya

Emin Çölaşan'a açık mektup

Oktay Özel - 10 Ocak 2001  


Yaptığınız işi nasıl tanımladığınızı bilmiyorum. Ama Türkiye'nin en popüler gazetelerinden birinde bir köşede oldukça serbest bir tarzda sürekli yazan ve çok okunan bir kişi olarak kaleminizden çıkan sözleriniz ve üslûbunuz konusunda konumunuzun size sağladığı olanakla orantılı bir dikkat, özen ve sorumluluk göstermediğinizi düşünüyorum.

Kendinizi belli bir misyonun neferi olarak gördüğünüz anlaşılıyor. İnsanlığın uzun yüzyıllarının birikimi olan, sizin ve benim kuşağımın büyük ölçüde tevarüs ettiğine inandığım temel insanî etik değerlerin hızla çözüldüğü ve değiştiği büyük bir tarihsel dönüşüm ortamında 'misyon' sahibi olmak kimilerince başlı başına olumlu bir özellik olarak görülebilir. Belli ki, üslubunuza, kaleminize yansıyan aşırı güven, güç ve kudreti, sonuna kadar iman ettiğiniz ve okuyucularınızın da takdir ettiğini düşündüğünüz bu misyondan alıyorsunuz.

Ama burada önemli bir noktayı gözden kaçırdığınızı düşünüyorum: Her misyon, gücünü ve meşruiyetini ortak insanî değerler üzerinde yükselen etik ve estetik bir duruştan alır ve o oranda 'haklılık 'iddiasında bulunabilir. Öte yandan, bu türden hiç bir haklılığın, misyon sahiplerinin karşısındakilere yönelik sınırsız saldırganlığını, pervasızlığın da ötesine varan söz ve davranışlarını meşrulaştıramayacağı da açıktır. En azından, ben şahsen öyle olması gerektiği kanaatindeyim.

Türkiye'nin artık iyice kronikleşen olağanüstü koşullarının yarattığı uygun ortamda yıllardır köşenizde ortaya koyduğunuz Emin Çölaşan profiliyle ve özellikle son zamanlardaki yazılarınızla hizmet ettiğinizi düşündüğünüz misyon ya da davaya hiç bir olumlu katkıda bulunamaz hale geldiğinizi, bir zamanlar çok önemsediğinizi iddia ettiğiniz "insan" kimliğinize hızla yabancılaştığınızı ve içinizde insanî ne varsa hızla öldürmekte olduğunuzu düşünüyorum.

Eğer amacınız, medyatik kimliğinizle bir döneme damgasını vuran bir "isim" olarak tarihe geçmek ise, bunu şimdiden fazlasıyla başardığınıza inanıyorum. İki kuşak sonraki tarihçiler belki de bu ismi, bir şahsiyetten de öte, bir döneme özgü bir tipolojiyi tanımlamak için kullanacaklar. Ve bu tipolojinin, siyasetin meşruiyetini yitirdiği, bundan da öte entellektüel ve bilimsel faaliyetin itibarının sıfırlanıp iyice araçsallaştırıldığı talihsiz bir dönemde yaşanan topyekûn bir çılgınlığın, bir toplumsal paranoyanın türevlerinden biri olarak değerlendirilme ihtimali yüksektir.

Bu öyle bir paranoya ki, herkesin gözleri önünde çözülmekte olan bir sistemin yarattığı baskıcı bir ortamda hepimizi hızla içine çekiyor. Ve siz bu ortama, bilerek veya bilmeyerek katkıda bulunuyor, adeta yangına körükle gidiyorsunuz. Yazılarınızla yalnızca siyaseti değil, entellektüel ve bilimsel faaliyeti de baltalıyor, hayat damarlarını kesiyorsunuz. Her tür insanî çıkışı bir şekilde lekeliyor, farklı hassasiyetlere duyarsızlığınızı en yakışıksız tarzda dışa vuruyor, sizin gibi düşünmeyenleri kendinizce köşenizde kurduğunuz, bizzat savcısı, hakimi ve infazcısı olduğunuz tek kişilik mahkemede bir çırpıda yargılıyor, mahkûm ediyor ve anında, oracıkta infaz ediyorsunuz.

Bu açık mektubu kaleme almamın bir nedeni, size bu gücü, bu yetkiyi nereden aldığınızı, hangi bilgi ve meslek alanındaki uzmanlığınızın, mahkemenizde yargılayıp mahkûm ettiğiniz entellektüeller ve bilim adamlarında olmayan hangi üstün özelliğin size her konuda böyle pervasız davranma hak ve cesaretini verdiğini öğrenmek isteyişimdir. Evrensel insanî etik ve metodolojik temelde yürütülen, iyi bir birikim ve entellektüel sorumluluk gerektiren bilimsel faaliyetin alanı, içeriği ve yöntemi konusunda hikmeti kendinden menkul hükümlerde bulunma hak ve cesaretini nereden aldığınızı sormak istiyorum.

Bilimsel alanı ve faaliyeti dar gündelik siyasetin ve/veya ideolojinin stratejik bir aracı olarak görüp, oldukça kaba bir biçimde siyasallaştırarak yok ettiğinizi görüp görmediğinizi sormak istiyorum. Katkıda bulunduğunuz bu ortamda, hangi üniversite, hangi bilim adamı, temel bilimsel/entellektüel faaliyetini lâyıkıyla ve meşruiyet temellerine uzak düşmeden ve daha da önemlisi, 'kendine bir zarar gelebileceği' kaygısından uzak bir şekilde icrâ edebilir. Kırk katır mı kırk satır mı cenderesinde, bilim adamları ve entellektüellere her halükârda 'yokolmak'tan başka bir seçenek bırakılmadığını, bırakmadığınızın farkında olup olmadığınızı sormak istiyorum.

Bunları yine kamuoyu önünde dikkatinize sunma gerekliliğini duyuşumun gerisindeki somut neden ise, son aylarda Türkiye'nin gündemine yeniden giren ve bu gidişle daha uzun süre birlikte yaşamayı öğrenmemiz gerekeceği anlaşılan, "Ermeni Sorunu" muz etrafında artık kamuouyunun çok yakından bildiği üslubunuzla kaleme aldığınız yazılardır (Hürriyet, 18 Ekim; 30 Kasım 2000). Özellikle de bu yazılarınızda, bilimsel birikimi, karşılaştırmalı tarih bilgi ve perspektifinin genişliği, keskin eleştirel muhakeme yeteneği ve insanî duyarlılığıyla, her şeyden önce Türkiye'nin önde gelen entellektüellerinden biri olarak tanınan ve saygı duyulan bir isminin bu konuda yerli ve yabancı basında çıkan kimi yazı ve söyleşilerinde dile getirdiği fikirlerine karşı açtığınız savaştır.

En temel hak-hukuk prensiplerini, bilimsel, entellektüel ve etik ilkeleri hiçe sayarcasına sürdürdüğünüz bu 'kutsal' savaşınızda konumunuzu, 'güc'ünüzü suistimal ederek, bu görüşlerin açıklanmasına fırsat veren basını da mahkûm etmekten, "mütareke basını" olarak suçlamaktan çekinmediğiniz gibi, "Bay tarihçi", "Bay profesör" gibi sıfatlarla aşağılayarak karşınıza aldığınız bu bilim adamını "çatlak ses" ve "içimizdeki düşman/hain" gibi hükümlerle bir çırpıda "vatan haini" olarak sunup, yargıladınız ve popüler şiddetin hedefi haline getirdiniz. Köşenizde anılan bilim adamına karşı açtığınız savaşın kısa sürede dünyanın öbür ucunda gözü kapalı kin-küfür kusan bir hi-tec (!) şiddet ve 'susturma' kampanyasına dönüştüğünü her halde görmüş, duymuşsunuzdur. Belki bundan da aldığınız cesaretle, son yazınızda, bu bilim adamının çalıştığı üniversiteyi ve üniversitesinin kurucusu aileyi de bir kez daha dile dolamakta ve hedef büyütmektesiniz.

Belli ki, Halil Berktay'ı susturduğunuzda ve/veya "genç çocuklarımıza ders vermekte, söyledikleriyle onların beyinlerini doldurmakta ve üste[lik] de [bu iş için] Sabancı Ailesi'nden maaş almakta" olduğu üniversitesinden atılmasını sağladığınızda görevini yapmış ve misyonunu yerine getirmiş bir insanın duyduğu derin huzur içinde, memleket sathındaki diğer 'vatan hainleri'ne karşı sürdürdüğünüz bu kutsal mücadelede kendinize yeni kurbanlar aramaya devam edeceksiniz. Ve yine belli ki, sizin ifadenizle "bir ulus olarak birlik olduğumuz" böyle önemli ulusal konularda "çatlak ses" çıkarmaması gereken bilim ve bilim adamları camiasının her zamanki suskunluğuyla medya yoluyla işlemekte olduğunuz bilim ve bilim adamı cinayetine seyirci kalacağımızı ya da bir kısım tarihçi ve bilimadamının sizin bu kampanyanıza destek vereceğini düşünüyorsunuz.

Üstelik bu sözleriniz ve tavrınızı, büyük ölçüde yine kendi sözde tarihçilerimizin "millî" çabalarıyla büyüttüğünü düşündüğüm "Ermeni Sorunu" nun, yine bilim adamları ve tarihçilerin çalışmalarıyla çözülmesi gerektiği en yüksek resmî ağızdan bir kez daha tekrarlandığı, gözlerin tekrar bugüne kadar özenle susmuş veya susturulmuş olan tarihçilere çevrildiği bir dönemde ortaya koyuyorsunuz. Taner Akçam, Taner Timur ve Halil Berktay gibi tarihçi ve sosyal bilimcilerin ayrıntılı çalışmalara dayanan yazı ve yorumlarının bu ülkedeki eleştirel bilim ve düşünce ortamı adına en azından saygıyla karşılanması gerektiğini bile içinize sindiremiyorsunuz.

Özellikle Halil Berktay ve Taner Akçam'ın sizi ve kimi diğer köşe yazarlarını kızdırdığı anlaşılan yazı ve yorumlarına mensubu olduğunuz medya camiasının Gündüz Aktan, Şükrü Elekdağ gibi devletini ve milletini en az sizin kadar sevdiğine inandığım daha düzeyli kalemlerinden çıkan yine oldukça seviyeli, belli bir entellektüel birikimi yansıtan eleştiriler en az diğerleri kadar saygıyı haketmektedirler. Bu ülkenin düşünen, araştıran kafalardan beklediği, yıllardır özlemi duyulan işte bu ortamdır. Ama bu ortamın bile sizi rahatsız ettiği açıkça ortada.

Sayın Çölaşan, siz mensubu olduğunuz mesleğin hiç de yabancısı olmadığı hakiki "müsademe-i efkâr" a, fikir özgürlüğüne inanmadığınız gibi, bilime ve bilimsel tartışmaya da saygı duymuyorsunuz. Değerli olan ve bu ülkenin şiddetle ihtiyaç duyduğu ne varsa hışımla üzerine saldırıyorsunuz. Ve ne yazık ki, karşınıza aldığınız insanları gerçek eleştirel fikirlerinizle değil, varlığınızı sonuna kadar adadığınız anlaşılan o tehlikeli misyonunuzdan güç alarak sözlü şiddetle sindirmeye çalışıyorsunuz.

Ermeni sorunuyla ilişkisi olmayan bir alan ve dönem üzerinde çalışan bir tarihçi ve üniversite mensubu bir öğretim görevlisi olarak köşenizde saldırgan bir üslupla bilime, bilim adamı tavrına ve bu arada tarihçiliğe dair dile getirdiğiniz bütün düşüncelerinizin kökünden yanlış, eğer bilinçli bir saptırma değilse, tam bir bilgisizlik ve cehalet ürünü değerlendirmeler olduğunu söylemek zorundayım. Bunca yıldır bilimsel etkinlik, bilimsel bilgi ve tarihçilik adına öğrendiğim ve öğrencilerime öğretmeye çalıştığım ne varsa siz onların tam tersi iddialarda bulunuyorsunuz. Bu mektubu ne yazılarınızda bu konuda şaşırtıcı derecede bir kendine güvenle dile getirdiğiniz görüşlerinizden alıntılarla şişirmek ne de kafanızı tarihçiliğin alfabesine dair bazı temel bilgilerle bulandırmak niyetindeyim.

Öte yandan, normal koşullarda kendi içinde ciddiye alınacak hiç bir yanı olmayan bu görüşlerinizin, olağanüstü nâzik bir ortamdaki (bugünkü ortamı kastediyorum) hedefi ve buna eşlik eden üslûp ve söylemin yol açabileceği tehlikeleri düşündükçe ürpermekten kendimi alamıyorum doğrusu. Bu noktada, yazılarınızda yalnızca bir tarihçi bilim adamını hedef almakla kalmıyor, âdeta siyasetin elinde araçsallaştırılmış bir 'tarihçilik' modeli çiziyor ve bu modelle tarihçileri bilimdışı bir platformda bilimdışı kaygılarla mesleklerini icra etmeye davet ediyorsunuz.

Köşenizde her konuda yorumlarda bulunabilir, gündelik siyaset ve ülke sorunları üzerine fikirlerinizi dile getirebilirsiniz tabii ki. Bu hem sizin hem bütün yurttaşların en temel hakkıdır. Ancak sahip olduğunuz hiç bir olanak, hiç bir güç size köşenizden o tehditkâr, o tehlikeli işaret parmağınızı uzatarak asli işi bilgi üretmek, ürettiği bilgiyi kamuya sunmak, onlarla paylaşmak olan insanlara, entellektüellere, bilim adamlarına hakaret etme, hele hele işlerini nasıl yapmaları gerektiğini dikte etme hakkı vermez veremez vermemelidir.

Bırakınız bilim adamı ve entellektüellerimizi, hiç bir yurttaş, bu hakkını kullanırken sizden icazet almak ya da hakaretinize, tehdidinize mâruz kalmak durumunda kalmamalıdır. Tartışılan konu ne kadar 'hassas' olursa olsun. Bilakis, böylesine nazik konular ancak günlük siyasetin cadı kazanı dışında, bilim adamlarının bilgi ve sağduyusu kılavuzluğunda tartışılarak sorun olmaktan çıkabilir. Böyle bir durumda yapılacak en tehlikeli şey, onların seslerini popüler/popülist şiddetle boğmaktır. Ve siz ne yazık ki tam da bunu yapıyorsunuz. İnsanlara, farklı fikirlere yaklaşırken kullandığınız "vatan sevgisi/hainliği" gibi kriterlerinizin de çok tehlikeli etkileri olabileceğini sanırım bu ülkede yaşayan her aklı başında yurttaş kolayca teslim edecektir. (10 Ocak 2001)

İçinden geldiğimiz kültür hepimize kendi ilgi ve meslekî alanlarımızda dahi, özellikle kamuoyu önünde, haddimizi bilmemizi, dikkatli ve sorumlu bir dil kullanmamızı öğütler. Bu aynı zamanda evrensel bir nezaket kuralıdır. Sizi hadd sınırlarınızı yeniden gözden geçirmeye çağrıyor ve nezakete davet ediyorum. Bu ülkedeki bilim kurumları ve bilim adamları üzerinde yeterince gölge var ne yazık ki. Özellikle üniversitelerimizin bu konuda ne sizin ve ne de bir başkasının fazladan bir katkısına ihtiyacı da tahammülü de olmadığını bilmenizi isterim. Lütfen gölgenize sahip çıkın!

Yorumlar

Sevgili Necdet…

Umarım böyle hitabıma kızmazsın; senin samimiyetin ve içtenliğine başka türlü nasıl karşılık verilir bilemiyorum!

Tekrar hayatımıza katılma kararı verdiğini ve artık internet dünyasından "yayın yapacağını" geçenlerde bir gazetedeki söyleşinden öğrenmiş ve çok mutlu olmuştum.

Çok mutlu olmuştum, çünkü 80'leri seninle, senin bizlere armağanın (bir bakıma hepimize tuttuğun ayna) olan çizgilerinle bayağı eğlenip-rahatsız olanlardan biriyim! Hızlı Gazeteci ve diğer çalışmalarında bu ülkenin olmayan sosyologları ve cümle sosyal bilimcilerinin yapmaları gerekeni yaptın; en azından ciddi bir yol göstericiydin. Bunu sosyal bilimcilerimiz dışında belki de herkes gördü! Sosyal bilimcilerimiz kahir ekseriyeti itibariyle şimdi de maalesef uykudalar. Sen de artık "yeraltı"nı seçtin! Olsun, bu tercihinin daha anlamlı ve etik olduğunu düşünüyor ve sana katılıyorum. Buradaki yolculuğuna "yer üstünden" eşlik edecek çok insan olacaktır; çizgiler "nereye" götürürse artık! Ben de onlar arasında olacağım…

Bu vesileyle, yer üstünde sığışacak bir yer bulamayan benim o kızgın mektubuma gösterdiğin ilgi ve alâkaya da ayrıca teşekkür ediyorum. Medyakronik'te sadece üç-beş gün kalıp sonra kayboluşuna üzülmüştüm doğrusu! Durumu fark edip, bu davetsiz misafire evini açmana, üç-beş günlüğüne de olsa, sevindim. Hepimiz okyanusa bir taş atıyoruz, sesini kim duyarsa artık!

Duyarlılığın için en içten teşekkürler! "Akademya"dan selâmlar!

Oktay Özel - 22 Ocak 2001

Aman dikkat. Kollayın kendinizi. Üstad, kusursuz sistemimizin dikkatli gözcüsü olan bir ceridede tekrar yazmak üzere. Bol duygu sömürüsüne ve vahşi ifadelere hazırlıklı olmak lâzım.

Kendisine söylenenlerden bir nebze etkilenip en azından "yahu bana böyle böyle diyorlar, şu açıdan eleştiriyorlar, ama durum böyle değil. Ben bunları şu yüzden yazıyorum. Ama gene de ben biraz daha dikkatli olayım. Neden eleştirildiğime bir bakayım" falan dese neyse.

Toplum mu buna gaz veriyor bu mu topluma belli değil, çalâkalem gidiyor işte.

Yalnız gitgide daha da tehlikeli olmaya başladığına şüphe yok. Emekli Ayşe Teyze'nin maaş kuyruğu çilesini yazmak başka.

Ama toplumsal gerginlikleri pervasızca kaşırken birilerinin ölümüne yol açarsa vicdanı rahat edecek midir?

Yapılanların, kişilerin vicdanlarına kaldığı bir düzen midir insanoğlunun istediği? Öyleyse eğer, bu vicdanların gerçekten "vicdan" olabilmesi nasıl mümkün olacak?

Erdem Abaka - 10 Ekim 2009 (13:31)

diYorum

 

45
Derkenar'da     Google'da   ARA