Patronsuz Medya

Solculuğun kitabı

Necdettin Zapatero - 25 Haziran 2011  


Ergenliklerini 1980'den sonra yaşayan kuşaklar, bu ülkenin egemenleri tarafından "sosyalizmi bilmesinler" diye özel tedbirler alınarak yetiştirildi. Bir yandan en çarpıtılmış haliyle liberal klişeler ezberletilirken, diğer yandan da sosyalizme karşı azgınca bir karalama ve itibarsızlaştırma kampanyası yürütüldü.

Ona rağmen birçok insan "sol nedir, sosyalizm nedir" diye merak edip kendi çabalarıyla öğrenmeye çalıştı.

Yıllardır "bu konularda aklımın erebildiği kadarıyla üç beş satır yazayım" diyor ve fakat böyle kapsamlı bir konuda kısa bir yazıyla yanlışsız şeyler söyleyememe endişesiyle -ve biraz da bu işin haddimi aştığı düşüncesiyle- o yazıyı hep belirsiz bir geleceğe erteliyordum.

Sonunda kafama dank etti ki, bu iş angarya değil, boynumun borcu. Kör topal da olsa, eksiklerle hatta yanlışlarla dolu da olsa, 35-40 yıl önce hıfz ettiğim kitaplardan aklımda kalanları yaşı kırka varmamış 75 milyonla paylaşmalıyım diyorum artık. Bölük pörçük de olsa.

Vaad ettiğim yazı bu yaz sıcağında ne zaman yazılır biter bilemiyorum (yıllardır masa üstünde duran ve halen "oldu" deyip yayınlayamadığım yazılar var, anla artık) ama "mümkün olan en kısa zamanda yazılacak" deyip kendime dayatma yapmış olayım en iyisi.

(Yazdım tahtaya, yâ sabır, belki başlarım haftaya.)

Yorumlar

Sayın Zapatero; Yaşım kırk'ı aştı. Acele edin biraz:)

Yasemin Aydınlı - 26 Haziran 2011 (21:26)

Sayın Aydınlı, yaş kırkı aştığına göre sorun kalmamış zaten. Sosyalistlik yirmisine kadar; ondan sonra bir üst aşamaya geçilir.

Yo hayır, Komünizm değil; Kariyerizm.

Ama ille de "bir yerden başlamak lâzım, bu yaştan sonra da olsa, azmettim, solculuğu öğrenicem" diyorsanız, buyurun, şuradan yakın:

Rahmi Saltuk → Jandarma, biz Sosyalistiz

Necdettin Zapatero - 27 Haziran 2011 (23:43)

Sayın Zapetero! Benim derdim solculuğu öğrenmek değil. Bir kelime daha öğrenmeliyim babında.

Ben sizin kastettiğiniz o "bir yerde" ye, 70'li yılların sonunda, 3 sevdiceğimi, okuldaşımı, Bahçelievler katliamında yitirdiğimde ayak basmıştım zaten. Ama "buyrun, şuradan yakın" tarzındaki davetleri de geri çevirmem.

Yasemin Aydınlı - 28 Haziran 2011 (15:56)

Sayın "Zapatero"nun yorumlarını okuduktan sonra cesaret edemedim… Aslında "Solculuk" konusunda açizane tecrübelerimi üç beş kelâmla aktarmak isterdim! Lâkin zor, bilhassa üstâdlar karşısında.

Macit Cününoğlu - 28 Haziran 2011 (19:23)

Macit Üstad, tevazu iyidir ama abartmayalım. Bendeniz Necdettin Zapatero, zatıalînizin yanında, olsam olsam tüyü bitmemiş sıra neferi olabilirim. Lütfen uzun sendikacılık ve devrimcilik geçmişinizin renkli anılarını biz Derkenar müdavimlerinden esirgemeyiniz.

Bu arada, zırt pırt ortaya fırlayıp "imla, istikamet, şu bu" uyarılarıyla milleti strese sokan, değerli Macit abimizin bile ağzını açarken destur demesine yol açan Büdütör efendiye de buradan ters bir bakış fırlatmak istiyorum.

Mesaj alındı mı Büdü? Kızdırma beni, devrim yaparım!

Necdettin Zapatero - 28 Haziran 2011 (19:42)

Sayın Cününoğlu ve gönül dostum Zapatero, hani aslı Hegel'e ait bir söz vardır. Ama ben o sözün Marx uyarlamasını daha çok severim: "Beni bir Lenin anladı, o da yanlış anladı" der.

Üstâdlık ve yiğitlik sözleriniz her bünyeyi mütehassis eder velâkin ömrünün en aslan parçasını, en sezercik kısmını, en tadil şahin yıllarını, göster amcalara solculuğunu bakiiim korkusu ile harita üzerinde kaçacak delik aramakla geçirmiş benimki kibi bir bünye için, ahey ahey, yani nasıl desem bilemiyorum, milli piyango hâlâ milli mi, bilet alsam büyük ikramiye bana çıkar mı oldum.

Hocalarım tam da menemen yapıyordum ve hayatta ustalıkla yaptığım tek iş budur bakın. Allah aşkına, kapın kaşıkları dalın. Bak küserim valla. Macit hocam, siz lütfen önden buyurun.

Shop&Milles - 28 Haziran 2011 (21:05)

İyi ki varsın Zapatero, yüreklendirdin beni.

Amacım asla "Büdü"nün karşısına çıkmak değil. Üstelik haddime mi?

Her neyse, gelelim sadede; haksızlık etmeyelim solculuk da fena değildi.

Madem konuyu sen açtın, aktarayım bir anı. Bir zamanlar en kral devrimci konfederasyona bağlı sendikanın hasbelkader yöneticilerinden biriydim.

Malûm o devirlerde sendikalar uluslararası örgütlere bağlıydı. Bizimki de Dünya Sendikalar Federasyonu'na (DSF) bağlı. Herhalde biz davet etmiş olacağız ki, Finlandiyalı başkanı ekibiyle birlikte dostluk ziyaretine geldi.

Üç beş sohbetten sonra yürütme kurulu üyelerinin seçkin üyeleri olarak Ankara/Gölbaşı'na rakı içmeye götürdük (misafirlerimizin millî içkimizden haberi yok da, maksat proletaryanın aidatlarıyla muhabbeti bedavaya getirmek.)

Başkanları inşaat emekçisi, üç parmağını iş kazasında yitirmiş dünya tatlısı…

İki duble içti, başladı bizi sorgulamaya… Lâf aramızda, sendikamız yapı işkolunun en savaşkan örgütü. Ve ilk sorusunu yöneltti; "Siz kimsiniz?"

Cevapladık; ambar memuru, mahpustan yeni çıkmış 68'li, Harp Okulu'ndan atılan 21 Mayısçı, öğretmenlikten müstafî(!)

Açtırma kutuyu Zapatero… Nasıl olsa devam ederiz.

Macit Cününoğlu - 28 Haziran 2011 (22:58)

Madem üst yazımızda devam sözü verdik, değerli Büdütör'e sığınıp Derkenar dostlarıyla sıradan düşüncelerimi paylaşmak isterim.

Öyle Hegel, Marks, Lenin, More, Orwel'dan alıntılar yapacak kadar derin entellektüel özelliğim olmadığı için iddiasız, basit gözlemlerdir aktaracaklarım.

Evet, solculuk bir devirlerin en fiyakalı meslek gruplarının başında geliyordu! Her şeyden önce okumuş/yazmış dünyayı A'dan Z'ye keşfetmiş, arzın merkezi dahil astronomiyi yalayıp yutmuş müstesna varlıklardık.

Bir adım önde olmak ne kelime, uzak ara fark atıyorduk necip halkımıza. Kimsenin işsiz kalma gibi derdi yoktu. Herkese yetecek kadar sendikalar, dernekler, vakıflar, siyasî partiler bozuk düzen içinde mevcuttu!

Yeter ki "somut koşulların somut tahlili" ni iyi değerlendir, sen de kap bir makam.
Yurt içi, yurt dışı bilumum seyahatler olmak üzere başlar tatlı hayat.
Üretim filân yok, o işler amele sınıfının işi. Sadece bülbül gibi şakıyacaksın!
Ama her konuda… Bilip bilmemen önemli değil, ayrıca gereği de yok.
Ağzın cilalı lâf yaptığı sürece bil ki bulunmaz Hint kumaşısın.

Genel kurul, kongre, brifing, panel ve dahi konferanslar arası fink atarsın, otel lobilerinde geçen zamanlardan sonra evin yolunu bulamazsın.

Hatırı sayılır ölçüde geniş bir çevre, arada sırada patlayan flaşlar, uzatılan mikrofonlar verilen demeçler, şöhretli olmanın keyfini çıkartırsın.

Hatta adın bile unutulmuştur konuşma dilinde, başkan aşağı başkan yukarı!

Zaten herkes başkandır… Hani ayıptır söylemesi; sallasan…

Macit Cününoğlu - 29 Haziran 2011 (09:01)

Sevgili Necdettin hocam. Sosyalizm üzerine yazınızı merakla bekliyoruz. Hayatı anlamlandırmada sezginin bilgiden daha önemli olduğunu düşünüyorum. Derkenar'ı önemli yapan da sezgileri açık insanların uğrak yeri olması bence.

Benim de kişisel solculuk geçmişim öyle pek ciddiye alınır türden değil. "Devrim" kelimesini telâffuz edenin ağzına acı biber sürüldüğü bir dönemde büyüdüm. Nazım Hikmet gibi birinin varlığından üniversiteye başladığımda haberdar oldum. Üniversite boyunca kendimi sosyalist olarak adlandırdım. Sonrasında iş güç derken, bir yanımız çürümeye yüz tutmuşken öbür taraftan kendimce hakikate tutunmanın çabasında oldum.

Neyse, sosyalizm konusunda ben de insanı işin içine katınca bir yere varamıyorum. Elimizde kapitalizmin tüm tahribatını yaşamış ve onun öncesinde hiç de masum olmayan bir insan türü var. Arzularıyla, alışkanlıklarıyla, hırslarıyla, sistemin şekillendirdiği bir zihniyet var ortada. Bu zihniyeti dönüştürmek nasıl mümkün olacak?

İşin özü şu aslında: Bütün uğraş genel olarak insanın ihtiyaçlarının âdil olarak karşılanması ise (?) ve bunlar büyük ölçüde sistem tarafından üretilmiş suni ihtiyaçlarsa, öncelikle bir zihinsel temizlik ve arınma yaşanması gerekmiyor mu? Bu temizliği hangi irade, ne şekilde gerçekleştirecek? Eğitim, propaganda ya da ne derseniz deyin, böyle bir dönüşümü mümkün kılabilir mi?

Marx da kapitalizmin yanlışlarına bakarak sınıfsız mülkiyetsiz bir toplumunun teorisini kurmuş. Bu biraz hastalığa bakarak sağlıklı olmayı tarif etmek gibi bir şey olmuyor mu? Kurulacak yeni toplum, eski toplumun değerlerinden ne kadar bağımsız olacak?

Belli ki dağların denizlerin ve göllerin üzerinde
Sıyrılıp gelmektedir seher, belli ki yakındır
Belli ki yakındır doğayı ve hayatı sarsacak saat

Grup Yorum → Sıyrılıp Gelen

Yalçın Şahin - 29 Haziran 2011 (13:51)

Valla şimdiden tırsmaya başladım. Gözüm başladı yusuflamaya.

Benim ne haddime be yoldaşlar, onca yılın solcularına "solculuk şudur" diye ana okulu düzeyinde ahkâmlar kesmek? Tövbe haşa! "Tevazu gösterme, sahi sanırlar" demişler ya, şeytan beni yoldan çıkardı zahir, ettim öyle kendini bilmez bir lâf, kusuruma kalmayın.

Ama öyle tek söz etmeden sıvışmak da doğrusu ayıbıma gidiyor. En iyisi bir yerlerden kopya çekeyim:

"İnsanlığın evrimi henüz avcılık-toplayıcılık aşamasındayken yani atalarımız gündüz gözüyle avladıkları hayvanları ya da topladıkları bitkileri, gece kurdukları müşterek sofralarda yerken birilerinin içine bir fesatlık düşmüş. "Belki yarın avlayacak bir hayvan bulamam" endişesiyle, diyelim ki bir parça eti, mağaranın köşesine saklayıvermiş.

Bununla da yetinmemiş, herkesi kendi gibi sanarak mağaranın çıkışına bir kapı, üzerine de bir kilit icat etmiş. Yetmemiş, bir de adam dikmiş.

İşte o saklayıcı-paylaşmayıcı insan var ya dünyadaki tüm sağcıların atasıdır.

"Bunu beraber avladık, beraberce yemeliyiz kardeşim" diyenlere de o günden beri solcu denir."

'Ölmeseydik ne iyiydi' (Sırrı Süreyya Önder - Radikal)

Biz en iyisi Sırrı Abi'den rica edelim, belki gaza gelir, bize o anlatır akıcı diliyle.

Necdettin Şıvışkan - 29 Haziran 2011 (15:34)

Haklıyız, sıvışacağız. Niye dersen, yav yazmış zaten başkaları biz daha ne ekleyelim?

Bak meselâ, cevaplamayı arzuladığım ama nasıl cevaplayacağımı bir türlü kısaca formüle edemediğim mühim bir meseleyi, elin delikanlısı kısa olsun kaygısı taşımadan açıklayıvermiş:

"Günümüzde liberal değerlerin üst bir perdeden savunuluyor olmasının, liberallerin kendilerinden bu kadar emin konuşmalarının arkasında aslında liberalizmin ve onun ekonomik yönü olan kapitalizmin alternatifsizliğine duydukları mutlak inanç yatıyor. Kapitalizmin insancıl bir düzen olup olmadığını tartışma gereği bile duymuyorlar. Peki, kapitalizm insancıl bir düzen midir? Kapitalizmin insanlığa gerçekten de bir vaadi var mıdır? Kapitalizm özgür ve adil bir dünya yaratabilir, toplumsal adaleti sağlayabilir mi?"

Kapitalizmin İnsanlığa Bir Vaadi Var mı? (Ufuk Aktaşlı - Adil Medya)

Cevabı yazının tamamında…

Necdettin Şıvışkan - 29 Haziran 2011 (19:22)

Yiyicilik, rüşvet, irtikap, şu ya da bu ideolojiye özgü değildir; bunlar insanın olduğu -ve denetim mekanizmalarının düzgün çalışmadığı- her yerde zaten olan şeyler. "Aaa Yunanistan'a bak, batıyor, o halde en iyisi her şeyi özelleştirmek" gibi kestirme bir sonuca varmak bir miktar naif kaçıyor.

Sendikal veya sosyal haklar kavramına, sadece "yedi sülâlesini işe yerleştiren taşralı politikacı" perspektifinden mi bakmalıyız? Nepotizm ile Sosyalizm ne zamandan beri aynı şey sayılmaya başlandı?

Hem, Yunanistan'da sosyalist bir rejim mi var ki, oradaki kötü ekonomi yönetimi ve yiyicilik getirilip sol değerlerin üzerine yıkılsın?

Reklamcılık ve halkla ilişkiler konusunda, yani paslı tenekeyi boyayıp gümüş diye satma konusunda çok becerikli olan Liberal demagoglar, bu türden karikatürize örnekleri getirip getirip hep "sosyal devlet" kavramı ile eşleştirir, ustalıkla kadrajlayıp, "sosyalizm=yolsuzluk" ya da "sosyalizm=yoksulluk" gibi formüle eder. İkisi de yalandır, yanlıştır.

Araba ve ev sahibi olmak, sadece Kapitalist sisteme özgü değildir. Sosyalist sistemde de evimiz ve arabamız olabilir. Hatta olmalıdır. Çünkü bunlar artık temel ihtiyaçlar. Ama yiyiciliğe bulanmamış bir düzende araba ve ev koleksiyonu yapan kişiye "gel bakalım, sen bu serveti nasıl yaptın, bize de öğret" diye soran bir merci çıkacaktır.

Sanırım bir seçim için ilk önce şu sorunun cevabını vermemiz gerekiyor:

"Ben tercihimi, küçük bir azınlığı mülti-milyarder, bakiyesini sersefil bırakan bir düzenden yana mı yapacağım, yoksa yoksulun ve emekçinin hukukunu korumayı temel felsefe olarak açıklayan bir düzenden yana mı?"

Bu tür çetrefil soruların cevaplarını profesyonel hınk deyicilerin köşe yazılarında değil, kollektif vicdan içinde aramak bana daha doğru geliyor.

Çünkü bu mesele önce yürekte ve kafada çözülüp öyle sahaya çıkılır (=Gönül Solculuğu).

Durmuş Düşünür - 30 Haziran 2011 (16:13)

Silahla yapılan şeyin adına "devrim" değil, "yönetime el koyma" denir. Ondan sonra şapkadan ne tür bir şey çıkar, baştan bilinemez.

Devrim'i geçelim, eksik olsun.

Ayrıca, kafeinsiz kahve alkolsüz bira oluyor da devrimsiz sosyalizm neden olmasın?

Bendeniz şahsen sayın Necdetin Efendi'nin 16-17 sene evvel ana akım fosseptik gazetesinde yazdığı "devrim, birikimin katilidir" kelâmını okuyalı beri, o pis sözcüğü ağzıma almaz oldum.

Ama ne yalan söylemeli, torunlarımı dizime oturttuğumda onlara -çocuklarımdan gizli- "durduramayacaklar halkın coşkun akan selini" marşını terennüm etmekten de kendimi alamıyorum.

Durmuş Düşünür - 30 Haziran 2011 (18:46)

"Anahtar Kitaplar" yayınevi sahibi dostum Mehmet Atay, Fransız yazar Andre Gide'in "SSCB'den Dönüş" adlı kitabını yakın tarihlerde yeniden yayımlamış, özellikle okumam için hediye etmişti.

Ve kitabın tanıtım bölümüne de aşağıdaki notu düşmüş… Konuyla ilgili olduğundan Derkenar'ın değerli okurlarıyla paylaşmak istedim.

"André Gide, Maksim Gorki'nin cenaze törenine katılmak için gittiği SSCB'de birkaç Fransız yazar ve komünistiyle birlikte, bir de inceleme gezisine katılır. Onun için sonuç tam bir düş kırıklığıdır. Dönüşte birçok aydının tersine gördüklerini yazma cesareti gösterir. Amacı yapıcıdır. Ancak kıyamet kopar…"

Tahmin edileceği gibi dünyadaki tek sosyalist devlete lâf eden yazar, entellektüel, sol çevrelerce yerden yere vurulur adeta aforoz edilir!

Yıl 1936, sosyalizmin kuruluş süreci ve kitabın sayfaları mizaha varan ibretlik enstantanelerle dolu.

Ya günümüz? En sıradan eleştirilerimizde bile "Hain", "Dönek", "Liboş" vs Yaftalamaları ile karşılaşmıyor muyuz?

Macit Cününoğlu - 1 Temmuz 2011 (11:59)

Hiçbir insana güvenemezsiniz. Kapitali biriktirmiş, oldukça büyük bir güç sahibi olmuş insana da güvenemezsiniz, insanın insanı sömürüsünü kaldıracağını söyleyen Marxiste de güvenemezsiniz. İnsan da, diğer tüm canlılar gibi, bencildir. Kendi çıkarları dışında fazla bir şey düşünmez. Kendi çıkarları için başka insanların, başka canlıların ölmesine aldırış etmez.

Bazı insanlar, yaşamlarının belirli bir döneminde başka bir insanın iyiliğini düşünüyor olabilir. Ama bu genelde kısa sürer, insanoğlu çıkarcı kişiliğine geri döner. Diğer insanlara da şaşmak kalır, bu kişi nasıl böyle bir kişilik değişimi geçirdi diye! Sanki o kısa süren diğerkâm kişilik, geleceğin zalim diktatörünün habercisidir.

O yüzden, insanoğlunun bugüne kadar düşünüp bulabildiği en iyi düzen sosyal liberalizmdir; kapitalizmin sosyalizmle dengelenmiş halidir. Kapitalizmde sadece para konuşur, sosyal liberalizmde ise parası olmayan bazı aydınlar da konuşur. Böylece devletin yasalarını, az da olsa, kapitali olmayanların lehine değiştirebilirsiniz. Acımasızlığı dizginlenmiş bir kapitalizm yaratırsınız.

Kapitalizmin acımasızlığını sosyalizmle tümüyle ortadan kaldıracaklarını ileri sürenlere ise, Stalin'in milyonlarca insanı öldürmesine sessiz kalabilmenin onuru kalır.

Levent Yaycı - 4 Temmuz 2011 (09:51)

Allah şu Stalin'den razı olsun. İyi ki Sovyetler Birliği'ni despotça yönetmiş, "milyonlarca insanı öldürmüş" (ben milyarlarca diye biliyordum), o olmasa Liberal demagoglarımız lâf salatasının içine başka ne koyacaklardı çok merak ediyorum. Şükür ki onları bu zahmetten kurtardı Stalin hazretleri.

Gayet mantıklı ve sistemli bir akıl yürütme bu gerçekten de. Şöyle ki:

A) Stalin döneminde milyonlarca insan öldürüldü,
b) Bunları Stalin öldürdü,
c) Stalin eşittir sosyalizm,
d) Sosyalizm eşittir seri cinayet,
e) Sosyalist eşittir onursuz,
f) Kapitalizm eşittir acımasızlık,
g) Sosyal Liberalizm (iffetli fahişe) ile saç dökülmesine ve kepeğe kesin çözüm.

Bendeniz, günümüzün bu parlak kuşağına bakınca -ki bunların tamamı 12 Eylül 1980 sabahı 03.00 sularında ana rahmine düşmüş olmalı- şu iki temel sonuca varıyorum:

1- Liberal olmak insanın zihnini açıyor. Sömürü gibi bir çirkefi bile "sömürülen insanların topyekûn rezil oldukları, dolayısıyla sömürülmeyi hak ettikleri" gibi dahiyane bir sonuca bağlayabiliyorsun.

2- Liberal olmayan bizler iflâh olmaz gerzeğiz, o yüzden Kapitalizm'in faziletini göremiyoruz.

Çağdaş filozofumuz bize entellerin inayetiyle modifiye edilmiş ve "acımasızlığı dizginlenmiş" bir kapitalizm vaad ediyor. Bitmeden kapışın yoldaşlar, böyle beleş bulunmaz.

Durmuş Düşünür - 4 Temmuz 2011 (13:16)

Çocukluğumuzda ya da gençliğimizde öğrendiğimiz doğrulardan, doğru kabul ettiklerimizden kurtulmak zordur. O yüzden gün gelir hepimiz dil oyunlarının tutsağı oluruz. Çocukluğumuzda öğrendiğimiz doğruları savunabilmek adına sözcüklerin, kavramların anlamını değiştirir, yeni biçimiyle tekrar kullanıma sunarız.

İçinde liberalizm olmayan bir demokrasi mümkün değildir. Düşünce özgürlüğü, para kazanma ve biriktirme (yani kapitalizm) özgürlüğü, toplumu yönetecek insanları seçme özgürlüğü el ele gider. İnsanların para kazanma ve biriktirme özgürlüğünü yok edelim, ama düşünce özgürlüğü ve serbest seçimler devam etsin, mümkün değildir.

Plato da zenginlerden nefret ederdi. Hayalindeki devleti filozofların yönetmesini isterdi. Yalnızca devleti yönetenler düşünebilecek ya da düşünebilenler devleti yönetebilecekti. Toplumun bütün kapitali devletin elinde toplanacak, nereye ne harcanacağına filozoflar karar verecekti. Bu hayal hiç bir zaman yok olmamakta, değişik biçimlerde sürekli karşımıza çıkmaktadır. Sosyalist devlet dediğimiz de Plato'nun hayalinin bir çeşitlemesidir.

Plato şairleri ve şiiri de sevmezdi. Şairlerin insanları gerçek olmayan şeylerin peşinden sürüklediğine inanırdı. Peki gerçek neydi? Gerçek Plato'nun düşündüğüydü.

Peki sizin doğrunuz size, benim doğrum banaysa doğruya kim karar verecek? Düşünce özgürlüğünün, para kazanma ve biriktirme özgürlüğünün olduğu ortamda halkın çoğunluğunun desteğini alan kişi karar verecek. İşte bu kişilere de demagog diyoruz!

Levent Yaycı - 4 Temmuz 2011 (15:19)

"Özgürlük…" Oh, ne kadar büyülü bir kelime değil mi yoldaş? Yakında bunun çikolatalısını hatta hurmalısını da yapar bizim özgür girişimcilerimiz.

Hele şu "para kazanma ve biriktirme özgürlüğü" kavramına bayıldım, öldüm! İkramiyeli özgürlük paketinin olmazsa olmazı. Ben bu lâfı bestelemeyi düşünüyorum. Ve fakat -prozodi açısından- izninizle biraz değiştirip "para istifleme, banknottan zigguratlar yapma, sonracığıma tepesine kurulup kâinatın efendisi olma özgürlüğü" diye terennüm edeyim. Hah, bak, ritmi de tutturduk, cıstaka cıstak.

Semada cenabı Allah, yeryüzünde hazreti Sermaye efendimiz var. Böyle asil bir kavramın karşısına ne emmeye ne gömmeye gelmeyen "proletarya diktatörlüğü" lâfını koyabilir misin? Haşa. Dört yılda bir tekrarlanan ve diş ağrısına, lumbagoya, varise, hemoroide iyi gelen, başımızı göğe erdiren genel seçimlerde oyunu Falanca Parti'ye verme özgürlüğünü kanın canın pahasına savunacaksın ki o da senin "para biriktirme" özgürlüğünü gözü gibi korusun.

Yoksa komünistler (onursuz katiller) bir gece ansızın gelir ve bizi milyonar milyonar kırar mazaallah!

Durmuş Düşünür - 4 Temmuz 2011 (16:23)

Güç bozar. Mutlak güç mutlak olarak bozar.

Kapitale sahip olanlar güç sahibidirler. Bu güce erişebilmek ya da eriştikleri gücü koruyabilmek için yapmayacakları şey yoktur. Bir annenin çocuğunu koruması gibi korurlar kapitallerini.

Proletaryanın diktatörü kapital sahiplerini yok edip tüm gücü kendine aktarır. Belirli bir bölgenin mutlak hakimi olur. Bozulma başladığı zaman bir kapital sahibinin yaratabileceği zararın kat be kat daha fazlasını yaratır.

Aslında amacın kapital sahiplerinin elindeki gücü alıp insanlara dağıtmak olduğu söylenir. Bu basit bir kandırmacadır. Güç, sayıca daha çok olan bir grubun, kapital sahipleri, elinden alınıp sayıca daha az olan, hatta tek kişi olan bir proleterya diktatörünün emrine verilir.

Bir kapital sahibinin gücü, başka bir kapital sahibinin gücüyle dengelenir. Diktatörün gücünü dengeleyecek ise, ancak başka bir ülkenin ona savaş açmasıdır. Bu da diktatörün gücünü arttırmasıyla ya da yok edilmesiyle sonuçlanır.

Toplumdaki bireylerin daha özgür olabilmesi için yapabileceğimiz tek şey güç sahibi olan insan sayısını arttırmaktır. Güç yalnızca kapital sahibi olmakla gelmez. Bir dini lider, bir politik lider, bir yazar, bir bilim adamı da güç sahibi olabilir. O yüzden diktatörler kendilerine biat etmeyen tüm güç sahiplerini ya da güç sahibi adaylarını yok ederler.

Levent Yaycı - 4 Temmuz 2011 (23:15)

Sayın Levent Yaycı, doğada gözlemlediğimiz bencillik hadisesinin insana özgü sosyal bir olguyu açıklamada bu şekilde kullanılmasının doğru olduğunu sanmıyorum.

Bir kere, bencillik, iyilik, kötülük gibi kavramlar yalnızca bizim (insanların) lûgatımızda vardır ve bizim onlara yüklediğimiz anlamlar ölçüsünde varlık gösterirler. Doğa, işleyişinde kavramlarla hareket etmez.

Konu bağlamında, insanı diğer canlılardan ayıran önemli bir özellik var, o da insanın tanımadığı insanlarla ilişki içinde olması. İlişki kavramı oldukça önemli, zira, baskının da, ezmenin ve ezilmenin de olması için ilişki olması gerekir.

Hayvanlara baktığımızda ilişki genelde bireyler arası direkt ya da sınırlı bir grubu kapsar şekilde ortaya çıkıyor ve tamamen maddi, yani yaşamı mümkün kılmak temeline dayanıyor. Bireysel ilişkilerde var olma içgüdüsü genelde sözünü ettiğiniz bencil davranışları doğuruyor. Ama grup oluşumlarında genelde doğa, grubun çıkarlarını gözetiyor. Bireylerin davranışları, grubun (ve genel anlamda türün) varlığını en elverişli şekilde sürdürebileceği bir modele oturuyor.

İnsanın dünyasında ise ilişki oldukça karmaşık bir yapıya sahip. Din ve milliyet gibi olgular birbirini tanımayan insanları hayali ilişkiler içine sokarken, ekonomi de üretim ve tüketim aktiviteleriyle bu ilişkiyi maddî temele oturtuyor.

Görünen o ki, insan bilinçli ya da bilinçsiz, ilişkiyi en yaygın şekilde yaşamaktan yana tercihini yapmış gibi gözüküyor. İnternetin gelişmesi bunun en bariz göstergesi. Bunun ne kadar doğamıza uygun olduğu tartışılabilir ama bu yaygın ilişkiler ağında hiyerarşinin minimuma indirilmesi gerekiyor, zira türün sağlıklı şekilde varlığını sürdürmesi buna bağlı.

Dağların ve denizlerin insan topluluklarını birbirinden ayırdığı zamanlarda din ve milliyet bu engellere tosluyordu ve yarattıkları tahribat bir şekilde sınırlanıyordu. Buna rağmen geçiş dönemlerinde insana ne acılara mal olduklarını gördük (bkz. Dünya savaşları). Şimdi doğal refleks bu kavramları yokolmaya itiyor.

Peki ekonomi? İlişki açısından bakılınca, ihtiyacından fazlasına sahip olmak dolaylı ya da dolaysız birileri üstünde üstünlük kurma sonucunu doğuruyor ve doğal olarak çatışmaya yol açıyor. Zaten, ihtiyacımızdan fazlası dediğimiz şey ancak kâğıt üstünde vardır, yani hayali bir mülkiyettir. Herkesin herkesi arkadaş listesine ekleyebildiği bir dünyada, böyle bir pürüz bana insan türünün geleceği açısından pek doğal ve sağlıklı bir şeymiş gibi gelmiyor.

Yalçın Şahin - 5 Temmuz 2011 (11:03)

Rusya'da 1917 Ekim Devrimi ile iktidarı devralan Bolşevizm, kısa zamanda yozlaşıp bürokratik bir oligarşiye dönüştü. Batı blokuyla girilen silâhlanma ve uzay yarışı, Sovyet İmparatorluğu'nun sınırlarını ve hegemonyasını genişletme hırsı ve daha bir sürü olumsuz değişken, bu kırılgan yapıyı duvara toslattı. Sosyalistliği kendinden menkul bürokratik oligarşik rejim 70 yıl içinde Kapitalist Batı tarafından yenilgiye uğratıldı.

Ama bu, aynı zamanda kendisini Komünizm'in anti tezi olarak konumlandıran Liberalizm için de sonun (ya da en azından evrensellik iddiasının sonunun) başlangıcı oldu.

Brzezinski'nin ifadesiyle söylersek:

"Günümüzde liberalizmin evrensel geçerliliği sorgulanmaktadır."

Konuya kafa yoranlar için ilginç olabilecek bir yazı da bir Rus entellektüeli olan Boris Kagarlitskiy tarafından kaleme alınmış:

"Devrimimizin asıl tarihsel başarısının Batıda kapitalizmin reforma uğratılması olduğu söylenebilir. Şimdiyse, komünizmin çöküşünün sonucu olarak, bu kazanım tehdit altında. Devrimin yenilgisi reformculuğu sadece zayıflatmakla kalmıyor onu bir anlamda imkânsızlaştırıyor da.

Tarihin son bulmayışının bir basit nedeni var: Kapitalizm komünizmle savaşından galip çıksa da kendi iç güçlerine, kendini yok etme eğilimine tabi olmaya devam ediyor. Sanki Ekim-öncesi günlere dönmüş gibiyiz."

Bitmemiş Devrim (Boris Kagarlitskiy - Bianet)

Kapitalist sistem bir büyük krizden çıkıp diğerine girerken, onun ağzı kalabalık çığırtkanları hâlâ bize "Kapitalizm'den başka seçeneğiniz yok, bari sırt üstü yatıp zevk almaya bakın" demiyorlar mı, kas kas gülesim geliyor.

Necdettin Efendi - 5 Temmuz 2011 (12:05)

Proletarya Diktatörlüğü, Stalin ya da Saddam benzeri bir adamın "işçi sınıfına vekâleten" tek adam yapılması, asması kesmesi, milyonlarca insanı Gulag takımadalarına, Deyr Zor çölüne sürmesi değildir.

Proletarya Diktatörlüğü kavramını bu şekilde tarif eden kişi, ya cehalet ya da kötü niyet içindedir.

Proletarya Diktatörlüğü, üzerinden zenginleşilebilen üretim araçlarının (fabrikalar, şirketler, vs) "Sermaye Sınıfı" denen zümrenin tekelinden çıkarılarak üreten sınıfa mal edilmesi demektir.

Yani, sahip olduğu para gücüyle sistemin standartlarını belirleyen -azınlıktaki bir- sınıfın, toplumun geri kalanını sömürme (işçinin yarattığı artı değere el koyarak kişisel servet edinme) olanaklarının ellerinden alınması, sömürüyü yaratan nedenlerin ortadan kaldırılmasıdır.

Dolayısıyla Proletarya Diktatörlüğü, zenginlere "seçilme" yoksullara da o zenginlerden birini "seçme" hakkını lutfeden ve bunu "demokrasi" diye yutturmaya kalkışan bugünkü takoz düzen ile kıyaslandığında, benim için kat be kat evlâdır.

Adında "diktatörlük" kelimesi geçiyor diye, Proletarya Diktatörlüğü kavramını kasten karikatürleştirilmiş hunhar bürokratik rejimlerle eşleştirme kurnazlığı burada prim yapmıyor.

Sosyalizmi de eli kanlı bir diktatörlük gibi tarif edip, sağdan soldan yapılmış kel alâka kolajlarla çarpıtmayı, çocuk kandırır gibi lâf salatasına başvurmayı da bir kenara bırakalım.

Şu ana kadar biz de size uyup "Liberalizm eşittir atom bombası, Budizm eşittir kamikaze uçağı" gibi banal çarpıtmalara başvurmadıysak, hâlâ seviyeli bir kavram tartışması yapılabileceğine dair umudumuzu koruduğumuz içindir.

"10 derste solcuları mat etme sanatı" türünden liberal-libertaryen broşürlerde okuduğunuz klişeleri kolaya kaçmadan sorgulayarak işe başlamanızı öneririm.

Dişe dokunur bir şeyler söyleyenlerle tartışmaktan ben şahsen zevk alırım.

Diğerleri sadece mizah malzemesidir.

Durmuş Düşünür - 5 Temmuz 2011 (12:47)

Hiç bir dilin alfabesi "hiç bir insana güvenemezsiniz" diye başlamaz ve başlamamalı. Eğer başlıyorsa, sonrasında insanların birbirlerine söyleyecekleri bir şeyleri kalmamış demektir.

Bu bakış açısı, bir oda içinde bulunan iki kişiyi bile birbirlerine düşman olarak etiketleyen buyurgan bir bakış açısıdır. Eğer toplumlarda böyle bakış açıları, bu türden bir dilin hükümranlığı kol geziyorsa, yönetim biçimi ne olursa olsun, başa gelen çekilir o zaman.

Ağızlarını açtıklarında ilk olarak, insan varlığını aşağılamakla lâfa başlayanların kampana çaldığı dönemlerde, genellikle başa bu türden lâfazanlar gelir ve bunların biricik siyasi, ekonomik, kültürel modelleri horoz dövüştürmektir.

Heidegger "Dil, varlığın evidir." der ve bununla söylemeye çalıştığı, kesinlikle "dil oyunlarının tutsağı olma" durumlarına denk düşmez. Dili insanoğlu icat etmiştir ve dil düpedüz, insandaki cevheri tozundan toprağından ayırma görevini üstlenir ve üstlenmelidir de.

Bir toplumun aydınları varsa eğer, onların da en önemli sorumluluğu; kendileriyle toplum arasındaki uçurumu kapatmaktır. Dille oyunlar oynamak, sözcükleri, kavramları değiştirip, yeni anlamlarıyla kullanıma sunmak değil.

Kısıtlı algı dünyalarından bakarak, belli niyetlerle dili bozanların gösterdiği yol ne kadar düz bile olsa; o yola girmektense eşek patikasını tırmanmak yeğdir.

Bu arada, konunun meraklılarına, Liberal çokkültürlülüğün, eski bir barbarizmi insan yüzüyle maskelediğini söyleyen Slovaj Zizek'in "Bir Liberal Çokkültürlülük Eleştirisi" ni şiddetle tavsiye ederim. Hatta durun, bir paragrafçık yazıvereyim:

"Bugünün pazarında, zararlı ârazlarından mahrum pek çok ürün buluyoruz: Kafeinsiz kahve, yağsız krem, alkolsüz bira. Liste uzar gider: Sekssiz seks olarak sanal sekse ne dersin? Ya peki harpsiz harp olarak, Colin Powell'ın kayıp verilmeyen (pek tabii ki bizim kayıp vermediğimiz) harp doktrinine? Siyasetsiz siyaset olarak, uzman eliyle yönetim sanatı demek olan çağdaş siyaset tanımına? Bu bizi bugünün hoşgörülü liberal çokkültürcülüğünün 'Ötekilikten mahrum Öteki' - kafeini alınmış Öteki - deneyimine götürür."

Deniz Türkoğlu - 5 Temmuz 2011 (16:48)

Hiçbir insana güvenemezsiniz. Siz bana güvenemezsiniz. Ben de size güvenemem. O zaman nasıl aynı toplum içinde yaşayacağız? Nasıl beraber bir iş yapabileceğiz?

Bunun sağlanabilmesi için devreye sözleşmeler giriyor. Ortak bir iş yapılacağı zaman sözleşmeler bu işbirliğini düzenliyorlar. İşverenle işçi arasında, karı ile koca arasında anlaşmazlıklar sözleşmelerle çözülüyor. Sözleşmenin olmadığı durumlarda anlaşmazlıklar çok kolaylıkla şiddete dönüşebiliyor.

Farklı dünya görüşlerine sahip biz Türkiye insanları aynı topraklarda yaşamayı sürdürebilmemiz için toplumsal sözleşmemizi aramıyor muyuz?

Modern bildiğimiz toplumlar bir kâğıt parçası üzerindeki yazıya ve altındaki imzaya o imzanın sahibinden daha çok değer veriyor.

Bunu reddebilirsiniz. Başka bir toplum hayali kurabilirsiniz. Toplumun bu şekilde olmasının sorumluluğunu küçük bir azınlığın doymak bilmez aç gözlülüğüne verebilirsiniz.

Ama tarımın başlamasından bugüne geçen on bin yıl sonrasında gelebildiğimiz yer budur. Başlangıçta büyük kitleleri ardına takıp sürükleyen yeni dünya görüşleri güçlerini yitirmişlerdir. Tarım toplumlarının ideolojileri olan dinler ise şehir yaşamına uyum sağlamış, kapitale eklemlenmiş ve güçlerini korumuşlardır.

İnsan toplumları tek amacı teknolojik ilerleme olan devasa bir süperorganizmaya dönüşerek ilerliyor!

Levent Yaycı - 5 Temmuz 2011 (22:44)

"Hiçbir insana güvenemezsiniz. Siz bana güvenemezsiniz. Ben de size güvenemem." (Bir üstteki yorumdan)

Seyit Balkuv → Babamıza da mı güvenmeyelim? (2008 yılından)

Güven Kurtul - 6 Temmuz 2011 (01:15)

Kapitalizmin "zamanın sonu" ve de sosyalizmin "imkânsızlığı kanıtlanmış" çağdışı bir öğreti olduğu safsatası, bugünün ezberci niyet tavşanlarına çok kullanışlı geliyor. Onlara hayırlı lâfazanlıklar dilerim.

Meseleye şöyle de bakılabilir meselâ:

"Bu mantıkla son bir buçuk yüzyıl boyunca, Marxizmin ne kadar temelsiz bir safsata olduğu en az on beş-yirmi kere kanıtlanmıştır. Tek sorun şu: Madem kanıtlandı, bir sonraki 'kanıtlama' çabasına ne gerek var? Cevap basit: Aslında hiç kimse bu 'kanıtlamalara' inanmamaktadır. Yalnızca içlerini rahatlatmak için mezarlıkta ıslık çalmak kabilinden, kapitalizmin (ve onunla birlikte gelen görece huzurlu hayatlarının) ilânihaye süreceğine olan imanları sarsılmasın diye, bu Marx adlı felâket tellâlının yalancı çıkarılması çabalarını heyecanla desteklerler."

Yalancı çoban ile uyanık köy halkı (Bülent Somay - Radikal)

Necdettin Efendi - 21 Ağustos 2011 (11:13)

Beni de en çok "kimseye güvenemezsiniz" sözü etkiledi bu tartışmada. Biraz psikoloji yönünden bakmam sonucunu getirdi ve psikolojiyi araştırırken karşıma çıkan "derin psikoloji" kavramını hatırladım. Buna göre düşünce, duygu ve davranışlarımızı ciddi biçimde etkileyen derin bir psikolojik yapımız var her birimizin, genlerimizden gelen ve yetiştirilme tarzımızla şekillenen. Böyle bir bakışa belki "psikolojizm bu" eleştirisi gelebilir, ama her yanımızın bu derin yapı tarafından elbet etkilenemeyeceğini, insanın her türden diğer etkiyle de her daim hemhal olduğunu da hemen söylemek gerek sanırım.

Elbette hiç bir uzmanlığım olmayan bir konuda ahkâm kesiyorum "derin psikoloji" derken. Aslında sesli düşünüyorum belki bu kavram hakkında katkı gelebilir diye, çünkü bu ara gündemimi meşgul ediyor. Kimseye güvenemeyiz sözüne gelince, işte yorumcusunun derin psikolojisinin bir bileşeninin en çiğ hali dedim hemen. Hay Allah yerim bitti.

Elçin Balkuv - 21 Ocak 2015 (19:26)

Bütün canlılar gibi insanoğlu da, günü gelince, öleceğini bilir. Bunu bilmesine rağmen bu bilgiyi biliçaltına iter; ve bilincindeki sözcüklerle ölümsüz olduğunu iddia eder. Kim daha çok ölümsüz olduğunu iddia ediyorsa o daha çok bu dünyaya kök salmaya çalışır.

Bütün canlılar gibi insanoğlu da bu dünyada bir ölüm-kalım savaşının sürdüğünü bilir. Kim daha çok "insana güvenin" diyorsa aslında insanların güvenini kazanıp toplumsal güç yarışında zirveye çıkmaya çalışıyordur. Bir peygamber adayıdır. Yeni bir ideolojinin kurucusudur. Başardığında kendisine karşı çıkanları yok edecek güce erişmiş olacaktır.

Levent Yaycı - 22 Ocak 2015 (22:08)

diYorum

 

Necdettin Zapatero ve onun gibiler neler yazdı?

95
Derkenar'da     Google'da   ARA