Patronsuz Medya

Onlar sussun biz konuşalım

Necdettin Efendi - 1 Mart 2010  


Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu, Diyarbakır'da verdiği cuma vaazında
demiş ki:

"Akşamları yarım saat televizyonu kapatın, Kuran bilen ev halkı okusun. Evde kuran bilmeyen var ise ses kayıtlarından yardım alsın…"

* * *

Ve tabii ki bu haber diğer birçok benzeri gibi bizim kentli-laik çevrelerde küçük bir depreme sebep olmuş ve adım adım yaklaşan şeriat kıyametinin ayak seslerinden biri olarak yorumlanmış.

Sahiden de öyle mi peki vehbinin kerrakesi? Din işlerinden sorumlu bir kurumun başındaki sarıklı adamın "kutsal kitabımızı okuyun" demesi, bizim mahalle ahalisinin zannettiği kadar acaip mi?

Diyelim ki Necdettin Efendi diye biri, falanca kültür sanat merkezinde ya da filânca otelin lobisinde düzenlenen bir etkinliğe konuşmacı olarak katıldı ve bir soru üzerine "öncelikle Gılgamış Destanı'nı okumanızı öneririm" diye buyurdu.

Ne olacak şimdi? Uruk Kent Devleti Gizli İstihbarat Teşkilatı tarafından hazırlanan uluslar arası bir komplonun işaret fişeğini mi ateşlemiş oldu muhterem bu sözüyle?

Çok çok da bu hazretin sözüne değer veren bir-iki kişi gider, kitapçıdan Gılgamış Destanı'nı sorar, bulursa alır okur. Yer yarılmaz, orta direk bel vermez, Sümer Orduları memleketin tersanelerini işgal etmez. Hezeyana ve paranoyaya ne gerek var ki?

Bahis konusu olan Kuran ve İslâmiyet olunca iş neden değişiyor?

Çünkü bir din büyüğü -devletin bu iş için görevlendirdiği, maaş ödediği biri olsa bile- "Kuran okuyun" ya da "namazda fazilet vardır" diye bir lâf edecek oldu mu, arkasında rejimi temellerinden sarsacak bir hıyanet ve komplo aramak gibi öğretilmiş bir tik ile malûlüz.

Komiğiz yani.

Aslında bu konunun tartışılmasına gerek bile olmaması gerekirdi. Ne var ki, burası Türkiye. Dalaşmak milli hasletimiz.

Konuyla ilgili bir de şu var: Kur'an okuyun demek hayata müdahale mi? (Enver Turan)

Yorumlar

Sevan Nişanyan epeyce bir zaman önce Taraf gazetesinde "Sansür" isimli bir yazı yazmıştı ve çarşı karışmıştı.

O yazısının bir bölümünde şunları yazıyordu:

"… Şimdi diyorlar ki memlekete özgürlük geldi. Doksan seneden beri tabu olan şeylerden bile artık serbestçe bahsedebilirsin.

Ama bir de ne görelim? Bu sefer başka şeyler sansüre tabi olmuş. Orduya, devlete, Yüce Manitu'ya istediğini söyle serbest, ama iş İlkçağ Arap mitolojisini sorgulamaya geldi mi orada dur diyorlar."

Yazının tamamı şuradaki linkten okunabilir:
Sansür (Sevan Nişanyan)

Benim merakımı mucip olan nokta şu: İsteyen ilâhiyatçı Tv'den namaz kılın, Kur'an okuyun, ibadet edin demekte sonuna kadar özgür ve güvenlik diye bir derdi de yok. Lâkin, Sevan Nişanyan'ın çok ucundan yaptığı bir dokundurma başına ne işler açtı. Gelen her türden tepkiler bir tarafa, adamı gazeteden gitmek zorunda bıraktı o özgürlük ve demokrasi meftunu Neo-Liberal Taraf gazetesi yönetimi.

Yani, birileri kalkıp "hop, dur bakalım. O konuda konuşamazsın, çünkü o kutsal. Yoksa, seni oyarız" derse, susup "elhâk haklısınız" mı diyelim? Yoksa, Nişanyan gibi yapıp "ona sen kutsal diyorsun" deyip eleştirel aklımızın bize ettiği azizliğin izini mi sürelim.

Karışık iş velhasıl.

Kâmuran - 1 Mart 2010 (15:18)

Sevgili yavrucuğum Kâmuran, ortada şaşıracak ne var ki?

Sevan Nişanyan tabii ki "Arap Mitolojisi" ve "Manitu" demekte özgür.

Sevan Nişanyan'a kızanlar da "ağzını topla, gönül evrenime saygı beklerim" demekte özgür.

Taraf gazetesi, "eyvah, müşteriler azalacak" telâşına kapılıp Nişanyan'ı -istiskal yoluyla- gazeteden kaçırtmakta özgür.

Bardakoğlu, kendisine kulak asanlara "boşverin televizyonu, akşamları Kuran okuyun" demekte özgür.

Ben, "bırakın hakikaten televizyonu, akşamları zencefil kaynatıp için, örgü örün" demekte özgürüm.

Feministler, "bana 'bayan'deme, ben 'bayan'değil, kadınım" demekte özgür.

Anayasa Mahkemesi, Bekir Coşkun ve Hasan Pulur gibi sütun astsubaylarının sabuklamalarını parti kapatmak için "delil" saymakta özgür.

Sen, bu özgürlük bolluğuna bakıp şallak mallak olmakta dilediğin kadar özgürsün.

Kelebekler özgür. Balina Keiko özgür (zira öldü). Hepimiz alabildiğine özgürüz. Burası özgürlükler ülkesi.

Ama bak, Bardakoğlu'nun bir cümlesinden yola çıkıp iki ters salto bir düz perendeyle Nişanyan'a gelmekte ve "bu ne yaman çelişki" demekte özgür değiliz.

Niye dersen, çünkü o zaman sapla saman birbirine karışıyor. Mugalâta oluyor. Muhabbet, omuzlaşma ve dirsekleşme sathı mailine giriyor. Biz ifade özgürlüğünden mi yanayız, yoksa sadece bizim gibi düşünenlerin ifade özgürlüğünden mi yanayız, işte o, davulcu bonsuruğu gibi gürültüye gidiyor.

Necdetgül Abla - 1 Mart 2010 (17:09)

Muhterem Necdetgül Ablacığım…

Yukarıdaki yazınızı okuyunca beynime bol miktarda özgürlük oksijeni gitti, valla zihnim açıldı. Bu yazıyı yazan elleriniz dert görmesin, zihniniz her daim böyle pırıl pırıl olsun, ışıl ışıl parlasın ve ışığı ta buralara kadar yayılsın.

O zihin açıklığıyla bu ne özgürlük bolluğu böyle demekten alamadım kendimi-zaten siz de beni uyarmışsınız. Benim en fazla basit bir kişisel tercih olarak değerlendirebileceğim konular meğer en kallavisinden özgürlük mefhumu ile alâkalıymış. Keşke zihnim falan açılmasaydı.

Aman efendim, niyetim buradaki düzeyli muhabbeti omuz vurma, dirsek atma, kündeye getirme sathı mailine sokan bir fikir düellosu falan değil, haşa. Elbette ki derdim ifade özgürlüğü, benim gibi düşünenlerin de düşünmeyenlerin de.

Ben de zaten tam da bunu ifade etmeye çalışmıştım. Yani, bir takım gerekçeler icat ederek (kutsiyet gibi) farklı düşüncelerin ifadesine engeller koymak veya ters bakmak gibi.

Tabi bu arada, faşizm için ne kadar ifade özgürlüğü talep edebilirim valla hiç emin değilim.

Ayrıca, gürültüye giden bonsurukları için davulculardan da özür dilerim.

Kâmuran - 1 Mart 2010 (18:26)

Ah canım yavrucuğum, faşizmin özgürlüğe mi ihtiyacı varmış? O zaten -bu topraklarda- doğuştan özgür. Kuralları koyan, ağaçların yere yakın bir metrelik bölümünü kireç ile boyayan, çocuklara "Türküm doğruyum" u ünleten, Nihad Kenç'i, Yalçın Minicik'i, Deniz Zom'u bilincimize, Bekir Altaylı Çölaşangilleri vicdanımıza musallat eden, çocukların ellerinde taş izi arayan, "madem ki Agos'ta yazıyorsun, bi kere vermelisin" mantığını hukukun içine içtihat olarak duhul eden…

New York limanındaki özgürlük heykeli mi?

Özne'nin "din" ya da "siyaset" ya da "felsefe" olması, özgürlük hakkındaki tercihlerimizi eğip bükmemeli yavrucuğum. Fikirler ifade edilmek için, küfürler -sadece- edilmek için vardır. Fikir adamlarını vurmakla onların bazı sözlerine alınmak pek de aynı şey sayılmaz.

Galiba konu "Allah var mı? He he heee, hani nerede?" ya da "kim çağdaş kim değil" noktasında değil, şu ya da bu referanstan hareketle başkalarının hayatını tanzim ve tımar etme hakkını kendimizde görüp görmeme noktasında çatallanıyor.

Farzımuhal, başını örtenin ya da namaz kılanın fikren "hür" olup olmadığı niçin bizim tefsirimize muhtaç olsun ki? Biz "Fikrî Standartlar Yüksek Kurulu" (ya da Türkân Saylan) falan mıyız?

O zaman başka birileri de çıkıp "anan gibi saç uzatacağına baban gibi bıyık uzat" der ve bu da "fikir" olur. Dahası, bu "fikir" den hareketle, elinde makas, sokaklarda uzun saçlı erkeklerin yolunu keser.

Zamanında oldu öyle şeyler Alparcığım… Şey, Kâmurancığım… Gerçi sizin nesil pek hatırlamaz…

Necdetgül Abla - 1 Mart 2010 (18:53)

Sevgili Necdetgül Ablacığım…

O özgürlük heykeli için ta New York Limanına kadar gitmenize hiç gerek yok. Sizin oradaki limana inin, muhtemelen orada da bir tane görürsünüz.

Birisi, birileri, bir sınıf, bir güç, o her neyse artık, size lutfedip özgürlük bahşettiğini düşünüyorsa, onu istediği gibi kesip biçme, kırpma, sınırlama ve hatta yok etme hakkını da kendisinde görür. Ee ne de olsa mülkiyeti onlara ait değil mi. Densizlik edip adamlara mülkiyetlerinin hesabını mı soracağız. Valla ben bu hesap sorma işini denedim. Epeyce pahalıya mal oldu diyebilirim. Tabi ki benim açımdan henüz hesap kapanmış da değil.

Yukarıdaki yazımda "ne kadar ifade özgürlüğü talep edebilirim valla hiç emin değilim" dediğim o familyanın bir versiyonu için lâf edip durmak beni yoruyor. Zira fuzûli konuşuyormuşum gibime geliyor. Biraz da iman tazelemeye benziyor ki; bunu zül kabul ederim, ihtiyacım olan bir şey değil. Kısaca, "boyu devrilsin inşallah" deyip keseyim.

Birilerine bir yaşam biçimi dayatmak elbette en sağlam ve doğru referansların sende olduğuna dair bir delüzyon (Türkçesi düşünsel yanılgı mıydı acaba) demektir ki, aman evlerden ve şu üç kuruşluk aklımızdan ırak olsun.

Yazınızın son üç pararafını okurken Tanıl Bora'nın Faşizmin Üç Hali'nden söz ettiği uzun risalesini hatırladım (kitap olarak da basıldı ama ismini hatırlamıyorum). Lâkin burada sözü edilemeyecek kadar uzun ve çetrefil bir konu.

Bugünlerde orada Dersim tehcirinde ailelerinden alınıp subaylara evlâtlık verilen kız çocuklarının dramını anlatan bir belgesel yayınlanmaktaymış. Aslında bu belgesel evirip çevirip konuştuğumuz her şeyin özeti olabilir.

En derin muhabbetlerimle sevgili Alpargül Ablacığım…

Kâmuran - 1 Mart 2010 (20:40)

diYorum

 

Necdettin Efendi ve onun gibiler neler yazdı?

86
Derkenar'da     Google'da   ARA