Patronsuz Medya

Dünyayı edebiyat değiştirecek

Mehmet Atılgan Aslan - 12 Eylül 2009  


Nobelli yazar Elias Canetti'nin Körleşme adlı romanının çevirmeni Ahmet Cemal romanın önsözünde şöyle der:

"Körleşme, tüm okumuşluğuna ve bilgi dağarcığının zenginliğine rağmen, dünyaya, çevresinde olup bitenlere, kafasındaki bilgilerin oluşturduğu büyüteçle bakabilme becerisinden yoksun olan aydın tipini eleştirir."

Romanın kahramanı Prof. Kien, yanında yedi yıldır çalışan hizmetçisinin bir kitabı okumadan önce eline eldiven takmasından çok etkilenerek daha sonra kitaplarıyla konuşurken, içine düştüğü körleşmeye alçak gönüllükle şöyle gönderme yapar:

"Bu güne dek beni hep kültürle ince düşünceliğin el ele gidebileceğine, biri olmaksızın ötekinin düşünülemeyeceğine inandırmaya çalıştılar, ama günün birinde kültürün zerresinden yoksun biri çıktı karşıma, ve bu insan benden de, senin o bilgeler okulunun tümünden de çok daha incelikbilir, yürekli, onurlu ve insancıl olduğunu kanıtladı."

Kendi iç dünyalarının sesi dışında hiç bir ses duymayan kör entelektüel beyinlere, Herman Hesse de Bozkır Kurdu'nda, çağımızdaki bütün o yapmacık işgüzarlıkların, bencil, açgözlü çabaların, kendini beğenmiş, sığ entelektüelliğin yüzeysel oyununa, Harry Haller karakteriyle dokundurmuş ve yüzümüze "Görün işte böyle soytarı kişileriz! Görün işte böyledir insan!" sözleriyle çarpmıştı.

O halde şu soruyu sorabilir miyiz: Bilgilenmek, öğrenmek, tüm bu entelektüel çabalar ne için? Hangi amaca hizmet etmek için?

Okuyan insan, kelimelerden kendine yeni bir dünya yaratamazsa, gerçek dünyanın bir kaşık suyunda boğulur. Çok okuyan insanla öz okuyan insan arasında belirgin bir fark vardır bence. Çok okuyup da dünyaya gözlerine bir mercek takamadan bakan insanı, psikanalitik açıdan bir kadınla erkeğin ilişkisiyle özdeşleştirebiliriz: Erkek güzel bir çift gördüğü zaman güzel kadına konsantre olur, sadece o an gözlerini doyurmaya hedeflenmiştir, kadınsa erkekle kadının arasındaki ilişkiyi mercek altına alarak o kadınla kendi arasındaki farkları ortaya çıkarmaya, kendindeki eksiklikleri kavramaya çalışır. Yani esas amaç kendisinin kim olduğunu bulmaktır.

Okuduklarını yorumlayamayan, derinine inemeyen, okuduklarının güzelliğine kaptırır kendini, sadece izlenimcidir, pasif okuyucudur; okuduklarını yorumlayan, hikâyenin özüne inen içerikçi, aktif okuyucu ise yazarla anlattıklarının arasındaki, yazarın beyniyle o beynin içinden dökülen yüreğin "ilişkisine" inmiş, kendi eksikliklerini tamamlamaya çalışan devinimli bir yorumcuya dönüşmüştür. Böylece kendisini biçimlendirmeye, derinleştirmeye, anlamlandırmaya yönelmiştir.

Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası adlı kitabında ve Özgür Üniversite Kitaplığı'nda şöyle diyordu:

"Resmî ideoloji üretmeye koşulmuş ya da resmî ideolojiyle çatışmaya girmekten kaçınan bilim adamları, yazar ve düşünürler, soruna dokunmaktan özenle kaçınmışlardır. Birini entelektüel yapan, sahip olduğu "bilimsel bilgi" değil, toplumsal, insanî, evrensel sorunlar karşısında aldığı tavırdır. İşte bu yüzden Jean Paul Sartre, 'atom fizikçisi nükleer denemelere karşı bildiriyi imzaladığında entelektüeldir'derken bu ayrımı ifade etmek istemiştir. Nitekim -Nobel ödülünü reddeden tek yazar olan- Sartre gibi, Russell, Diderot, Emile Zola ve başkaları da bilgili oldukları için entelektüel sayılmıyorlardı. Sosyolojik aydın tanımına girenlerle ortak yanları 'bilgili' olmaları olsa da, onları asıl entelektüel yapan insanî ve evrensel sorunlar karşısında aldıkları tavır, devlete karşı tutumlarıdır."

Yani önemli olan okumak değil, okuduklarını gerekirse kalkan, gerekirse mızrak yaparak yaşadığımız dünyaya karşı bir cephe almaktı.

Gene Körleşme'de Profesör Kien şunları der:

"İnsanlar özgür oldukları sürece hiç bir şey öğrenmek merakına kapılmazlardı; ancak özgürlüklerinden olup zindanların dört duvarı arasına girdikten sonradır ki, bir şeyler öğrenebilmek, kültürlerini artırmak konusunda eşi bulunmaz bir fırsat elde etmiş olurlardı," diye bir tespitte bulunuyordu. "Romanlar sayesinde insan kendini her türlü insanla özdeşleştirmeyi öğreniyordu. Değişiklikten zevk almayı başarıyordu. Kişilikler parça parça çözülüp hoşa giden kahramanların kalıbına giriyordu. Her görüş açısı savunulabilir oluyordu. Bu yüzden devlet romanları yasak etmeliydi!"

Çünkü devletin amacı insanları tek tip yetiştirmektir. Toplumu, bireyleri tek bir rengin altında itaate sürüklemektir. İnsan ruhunu yüzeysel sorunlarla boğmak, onu düşünmekten ve yaratıcılıktan uzaklaştırıp niteliksiz bir milliyetçilikle saldırganlaştırmak, onu dogmalara, kanunlara, yalanlara ve ideolojisizliğe sıkıştırmak. Bunun içindir ki okulları birer "toplama kampı" içeriğiyle yapılandırır. Bunun için katı bir disipline başvurur. Amaç William Rich'in de dediği gibi "merhameti merhametsizlikle öğretmektir." Böylece bireyin kişiliğini, özgür düşüncesini yasaklar ve cezalandırmalarla susturulan birey, merhametsizliğin kazanında pişe pişe sürüleşir. Hep birlikte silâh tutacak, hep birlikte linç edecek, hep birlikte yasaklamaları alkışlayacak, hep birlikte cahilleşecek ve tüm bunlardan gurur duyacak itaatkâr bir sürü haline getirmektir tüm amaç. Kitaplarsa insana başkaldırıyı aşılar ve bu sürüyü özünde dağıtır.

Yazar Murat Gülsoy, Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık / Kurmacanın Bilinen Sırları ve İhlal Edilebilir Kuralları kitabında da "Edebiyat yapıtlarını derinlikli kılan, onları önemli yapan şey sorduğu sorulardır," diyordu. Yani bizi sorgulamaya, düşünmeye ve anlamaya iteklemesidir. Tıpkı Franz Kafka'nın da dediği gibi:

"Eğer okuduğumuz bir kitap bizi kafamıza vurulan bir darbe gibi sarsmıyorsa, niye okumaya zahmet edelim ki?"

Canetti'ye göre "Kişi öteki insanlardan uzaklaştığı oranda hakikate yaklaşırdı. Günlük yaşam yalanlardan kurulu yüzeysel bir düzendi."

Devletin tüm çabası insanın itaat etmesi, ezberlemesi ve bireylerin bu dünyayı asla değiştiremeyeceğini düşündürmektir.

Ama yanılıyorlar.

Dünyayı, kendimizi, devletimizi, toplumumuzu değiştirmek mi istiyoruz. Hayatımızı daha değerli, daha zengin, daha anlamlı mı kılmak istiyoruz.

Bunu nitelikli kitapları okumadan başaramayız.

"Yabani uluslar dışında her ülke, kitaplar tarafından yönetilir." Voltaire.

Ve okuyan insanın amacı, dünyayı değiştirmek olmalıdır.

Ancak düşünen ve okuyan insan dünyayı değiştirir.

Borges'in dediği gibi: "Eğer bir gün tüm insanlık kitap okursa, işte o zaman dünyayı değiştirmeye gerek kalmayacak!"

Yorumlar

Mehmet Bey, samimi duygularinizi ifade etmissiniz ama ben sahsen okumanin dunyayi (olumlu anlamda) degistirecegini sanmiyorum. Dahasi, dunyanin degistirilmesi gerektigine inanmiyorum. Dunyanin bugunku hali zaten hep onu degistirmek isteyenlerin eseri degil mi? Belki ise dunyayi oldugu gibi kabullenerek baslamamiz gerekiyor.

Dediginiz anlamda kitap okumak da belki marazî bir durum olabilir. Habire kitap okuyup bilgi biriktirmek de bir nevi guc ve iktidar arzusu gibi geliyor bana. Dunyada asiri bir kitap yuku var ve bence insanlarin uzerinde fazlasiyla agirlik yapiyor.

(Olmayan Turkce harfler icin ozur. Eskiden minik bir Turkce klavye olurdu kutunun aldinda, sanirim kaldirilmis).

Yalçın Şahin - 18 Eylül 2009 (14:08)

Sevgili Yalçın Şahin, haklısınız. Türkçe Klavye kullanmak isteyenler için eskiden böyle bir özellik vardı. Ama pek kullanılmadığını görünce sayfada kalabalık yapmasın diye kaldırdım. Şunca zaman sonra bunu hatırlayıp, "nerede" diye soran birinin çıkmasına sevindim açıkçası.

Gerçi o özellik kalktı ama yine de yorumlarını daha okunaklı yazmak isteyenler için hâlâ bazı imkânlar var.

Klavyenizde Türkçe karakterler yoksa, değişmesini istediğiniz karakterlerin sağına yıldız (*) işareti koyarsanız, kayıt esnasında otomatikman Türkçe karakterlere dönüşür.

Birkaç örnek: (şaşkın= şaşkın) (bağıs = bağış) (sığırcık = sığırcık) vb…

Bu işlem uzun ve zahmetli görünüyorsa, şu adreste daha seri bir şekilde metni Türkçeleştirmek de mümkün: http://www.hlst.habanciuniv.edu/TL/deascii.html

Büdütör - 18 Eylül 2009 (16:50)

Özü okumak olan bu güzel yazıya, ben de okuma üzerine söylenmiş çeşitli güzel sözlerle yorum yapmak istiyorum…

Türk Atasözlerinde şu ifadeler vardır, "Okumayı öğrenmeyen çuval taşımayı öğrenir", "İnsanın okumakla şerefi artar", "Hem okumak bilmez, hem baş vezir olmak ister" …

Alman Atasözünde ise "az oku, öz oku" cümlesi vardır…

Eckermann da "İnsan yalnız hayran kalacağı şeyleri okumalıdır" sözünü kullanmıştır…

Yunus Emre ise "İlm okumaktan garaz kenduzunu bilmektir" der…

Namık Kemal'in bu konudaki sözleri de "Ademin hayvanîyeti yemekle, insaniyeti okumakla kaimdir" şeklindedir…

Son olarak Ziya Paşa'dan alıntı yapacak olursak şu kelimelerle karşılaşırız, "Bin ders-i maarif okunur her varakında, Ya Rab ne güzel mektep olur mekteb-i alem…"

İclal Arpınar - 18 Eylül 2009 (23:16)

Körleşme'den bir sözle cevap vereyim size Yalçın Bey: "Gözlerimizin değerini bilmezsek köpeklerin kılavuzluğunu hak ederiz!"

Şu an toplumumuz da maalesef körleşti. Çünkü gözümüzü açık tutacak damarlardan biri olan, okuma damarımıza kelepçe vuruldu. 12 Eylül'den beri durum bu.

Söyler misiniz bana, eğer edebiyat olmazsa (ki kanımca hür bir insan, edebiyat olmadan sağlıklı bir dünya görüşü kazanamaz) dünyaya farklı merceklerden nasıl bakarız?

Krishnamurti: "Anlamak değişimdir" demişti. Eğer dünyanın değişmemesi gerektiğini söylüyorsanız dünyayı maalesef anlayamamışsınız. Edebiyat olmadan, tamamen sistemin kontrolü altındaki televizyon kanallarıyla, okullardaki o sığ ve faşizan eğitimle, Hollywood filmleriyle, ya da Aydın Doğan'ın gazeteleriyle dünyayı anlayabileceğimizi hiç sanmıyorum.

Einsten: "Dünyada bir tane dahi çocuk mutsuz olduğu sürece, büyük icatlar ve ilerlemeler yoktur," demişti.

Ve ben en başta bu ülkedeki milyonlarca çocuk işçinin mutlu olduğunu hiç sanmıyorum. Dünyada aşırı bir kitap yükü var mı yok mu bilmiyorum ama Türkiye'de aşırı bir okursuzluk yükü olduğunu biliyorum. Bu geri kalmışlığımız biraz da kitap-okur oranının dengesizliğinden kaynaklanmıyor mu?

Örnek:73 milyonluk koca Türkiye'de yılda topu topu 23 milyon kitap basılıyor. 123 milyon nüfuslu Japonya'da ise yılda 4 milyar adet kitap basılıyor. Bir Japon yılda 25 kitap okuyor, bir Türk ise 10 yılda sadece bir kitap okuyor. (O da Hitler'in Kavgam kitabı sanırım.)

Mehmet Atılgan Aslan - 22 Eylül 2009 (02:26)

Kimsenin avukatlığına soyunmak gibi bir hevesim yok ama yukarıda yer alan (münazara tadındaki) son iki yorumu okuyunca Yalçın Şahin'in "Habire kitap okuyup bilgi biriktirmek de bir nevi güç ve iktidar arzusu gibi geliyor bana" cümlesinin altını çizmek istedim.

Herhalde bu ifadesiyle sayın Şahin "kitap okumayalım" demek istememiştir. Kurduğu cümlelerden hissettiğim kadarıyla bizzat kendisi de sıkı bir kitap kurduna benziyor.

Ama mal-mülk-para istifler gibi bilgi istiflemek ve bu "zenginliğini" kendisi kadar malûmatfüruş olmayanların kafasına balyoz gibi indire indire, etrafına haddini bildire bildire konuşmak/yazmak, sahiden de bir parça totaliter tonlar taşıyor.

Yanılmıyorsam buna "Aydın Despotizmi" diyorlar.

Bu tür aydınların yüce fikirlerine yapılabilecek herhangi bir itiraz, insanı bir anda General Pinochet ya da Ressam Hitler'le aynı cümle içinde yer alma mahçubiyetiyle başbaşa bırakıveriyor.

Bundan alınacak ders de şu oluyor herhalde: Entel-kuntel mahfillerin bileği bükülmez ağır abisi olmak istiyorsan ya halter kaldıracaksın ya da Rousseau'dan, Krishnamurti'den cümleler ezberleyeceksin…

Ziya Paşa - 23 Eylül 2009 (00:11)

Kitaba ve okumaya karşı değilim, ama kültürlü olmaya, ve buna vesile olan sanatçı camiasına sorgusuz sualsiz atfedilen imtiyazı anlamıyorum.

Bence kitap okumak beğendiğin bir kıyafeti alıp giymeye benzer. Kimse sizi zorlamaz ve yaptığınız işin ulvi amaçlara hizmet ediyor olması da gerekmez. Mehmet Bey'in anlatımından edindiğim fikir, kitap okumayan insanın eksik kaldığı yönünde. İnsanoğlunun son iki yüzyılda geliştirdiği bir alışkanlığı onun mutluluğu için olmazsa olmaz bir şey gibi görmek ne kadar doğru?

Kitap okuyan insanın okumayan yanında herhangi bir üstünlüğü olmamalı; nasıl ki bir şairin sokaktaki insana üstünlüğü olamayacağı gibi.

Son olarak, değişim konusuna gelince, anlamak muhtemelen değişim getirir ama siz bir şeyi değiştirmekle işe başlarsanız o şeyi anlamanın yollarını baştan kapatmış olursunuz. Bundan yüz yıl önce, bin yıl önce ölmüş adamın üfürdüğü sözleri ezberleyerek de bugünü anlayabileceğimizi hiç sanmıyorum.

Yalçın Şahin - 23 Eylül 2009 (22:25)

"Knowledge is a deadly friend / when no one sets the rules…"
(Bilgi ölümcül bir arkadaştır / kuralları koyan kimse olmadığında…)

King Crimson'un Epitaph adlı şarkısından…

Bu tartışmanın tam burasına uygun düştü gibime geldi de…

Peter Sinfield - 23 Eylül 2009 (13:12)

Sayın Sinfield, buraya alıntıladığınız şarkının sözleri "The fate of mankind I see / is in the hands of fools" (insanlığın kaderi görüyorum ki budalaların elinde) diye devam ediyor. Naçizane, katkıda bulunayım dedim. Konuyla doğrudan bir ilgisi var mıdır bilemiyorum.

Gregor Göl - 18 Ekim 2009 (13:00)

Umarım Yalçın Şahin Bey için yeterli bir cevap olur;)

"Karşınıza bir gün ülkeyi ve toplumu kurtaracağını iddia eden bir mücahit çıkarsa, ona önce kitap okuyup okumadığını sorun. Vereceği cevap olumsuz olursa bu kez de ona kendi zihnindeki fakirliği zenginleştirmeden nasıl ülkedeki aç insanların karnını doyurmaya cesaret ettiğini sorun?"

Sevinç Çam - 19 Kasım 2009 (22:30)

Sevgili Sevinç Hanım. Şimdi bir kutup ayısı düşünün. Uzun kış gecelerinde bir kitabın kapağını açmış mıdır? Aklının köşesinden bütün kutup ayılarını kurtarmak gibi bir düşünce geçmiş midir? Ki zaten kutup ayılarının kurtarılma gibi bir gereksinimi de yoktur (insanlar tarafından yaratılan tehlikeleri saymazsak).

Sefaletin tanımını yapan da, sefaleti yaşayan da biz insanlarız. Savaşlar, yoksulluklar, anlamsız yarışlar, envai çeşit ruhsal hastalıklar. Bu sefaletin kaynağı çok okumamız ve her şeyi bilmek istememiz olabilir mi? Tabi ki değil. Kitaplar yazılmadan, insan bu kadar bilgili olmaya başlamadan önce de bunlar vardı. Peki bu sıkıntıları yaratarak bizleri diğer canlılardan ayıran şeyle, yine bizi bu kadar "zeki", kültürlü, bilgili yaparak bizi yine diğer canlıların karşısında farklı bir konuma koyan şey aynı şey olabilir mi? Ne okumamız, ne sanatımız, ne şu ne bu. İnsanı diğer canlılardan ayıran en temel özellik sadece ve sadece gelişmiş düşünme becerisidir. Gelişmiş diyorum çünkü hayvanların da bir yere kadar düşünme becerisi olabilir. Sorun bana kalırsa doğanın bize verdiği bu olağanüstü yetenekle ne yapacağımızı bilememiş olmamızdır. Ya bunu Allah vergisi sayıp kendimizi herkesten ve her şeyden üstün görmüşüz ki bu bize faşizmin kapılarını açmış, ya da üzümünü ye bağını sorma hesabı, bu yetiyi alabildiğince sorumsuz, görgüsüz, nereye giderse oraya kadar kullanma yolunu seçmişiz. Ve her iki yolun da ortaya çıkardığı sorunları yine aynı yeteneğin bize kazandırdığı silâhlarla çözmeye çalışmışız.

Kitap okuyalım tabi, ama bunun her derde deva bir ilâç olduğu yanılsamasına kapılmadan. Kitap okuyalım, ama beynimizin de bir midemiz kadar, kalbimiz kadar hatta daha fazla hassas olduğunu bilerek. İnsan beyninin yeri gelip çok tehlikeli bir makineye dönüşebileceğini, her eline geçeni gelişigüzel tıkıştırmanın da bu tehlikeyi daha da artıracağını bilerek. Yediğimizi içtiğimizi bir yere kadar kontrol edebiliyoruz, ama aynı şey maalesef düşünce için geçerli değil. Doğulu bilgeler "Sen düşündüğün şeysin" derler. Belki bu açıklayabilir bu olağanüstü yetenek karşısındaki çaresizliğimizi. Ama siz derseniz ki "Sen okuduğun şeysin", o da aynı derecede doğru bir ifadedir.

Yalçın Şahin - 20 Kasım 2009 (15:01)

Hocam ben 46 yaşındayım son 1 haftadır beynim çok yanıyor nedenini lütfen açıklayın çook sevinirimm.

Mine Kaya - 13 Kasım 2010 (22:15)

diYorum

 

Mehmet Atılgan Aslan neler yazdı?

94
Derkenar'da     Google'da   ARA