Patronsuz Medya

3 Çocuk yapma 3 Kitap oku!

Mehmet Atılgan Aslan - 26 Eylül 2009  


İlköğretim sekiz sene, dört yıl da lise, etti on iki yıl. Yedi yaşında gıcır gıcır önlüklerini giyip "Türküm doğruyum çalışkanım" diye and içmeye başlayan, Tarih, Coğrafya, Türkçe Matematik, Fen, derken bütün mukaddes ilimlerin her birinden on iki yıl boyunca sınava giren ve her sene liselerinden 1,5 milyonun üzerinde öğrenciyi mezun veren çağdaş Türkiye'de, nereye gidiyor bu kadar okuyan insan diye merak etmiyor değil insan.

Türkiye'de yayımlanan gazetelerin günlük toplam satışı 6 milyonu bile bulmuyor. (Bin Japon'dan 557'si gazete okurken bin Türk'ten sadece 61'i gazete okuyor.) Kitap okuyan sayısı ise her geçen gün hızla düşüyor. Son üç yılda yüzde otuz düşmüş durumda ve onca reklama, göz boyamaya ve süslü püslü medyatik yazarımıza rağmen her geçen yıl daha da düşüyor. (Kitap okumada 173 ülke arasında 86'ıncıyız.)

Bu gençler kitap ve gazete okumuyorlar anladık. Peki ne yapıyorlar? O kadar ders gördüler, sınavlara girdiler, beyinlerini geliştirdiler, bu bilgilerini halkla paylaşma zamanı geldi. Önlerinde üniversite var, hani şu dünyanın en iyi 500 üniversitesine arada sırada sadece bir tanesini sokabildiğimiz o güzide üniversitelerimizde, yani çeviri Türkçe'siyle evrenkentlerimizde okuma zamanları geldi.

Her yıl 2 milyon kişi giriyor üniversite sınavına, sadece 300.000'i doğru düzgün okullarda okuma şansına eriyor. Oralardan mezun olanların da halini biliyoruz zaten, işsiz güçsüz ve kitapsız olarak yaşamlarına devam ediyorlar.

Küba'da bir kitap fuarında bir hafta içerisinde 100.000 kitap satılıyor ki Küba'nın nüfusu zaten 10 milyon civarı. (Yani Türkiye'de bir kitap fuarında bir haftada 7 milyon kitap satılabileceğini düşünebiliyor musunuz? 73 milyonluk koca Türkiye'de yılda topu topu 23 milyon kitap basılıyor. 123 milyon nüfuslu Japonya'da ise yılda 4 milyar adet.) Japonya'nın en fazla okunan gazetesinin günlük tirajı 10 milyon, yılda da bir Japon'a 25 kitap düşüyor, bir Fransız'a 7, bir Türk'e ise 10 yılda sadece bir kitap.

Rakamlar böyle söylüyor. 8 yılı zorunlu 4 yılı da zorunsuz 12 yıl eğitim gören evlâtlarımız ne bir meslek becerisi geliştiriyorlar, ne de beyinleri dolu bir insan olarak yetişiyorlar. Ne fikriyle, ne de becerileriyle bu ülkeye hiç bir şey veremiyorlar. Çağdaş dünyadan, ülke sorunlarından uzak, sadece Malazgirt zaferlerini hatırlayarak, geçmişten kaçarak, gelecekten korkarak, kenara itilmiş, umutsuz, üretkenlikten uzak, sadece tüketime aç insanlar olarak topluma karışıyorlar. Ama hiç biri de suçlu değil. Suçlu olan onlara koca 12 senede tek bir gazete bile okutamadan, bir tane bile kitabı sevdirtemeden, hatta tam aksine yazılı her nüshadan nefret ettirmeyi başararak yıllarını heba ettiren devletimizin eğitim politikasında.

Bir zamanlar Köy Enstitülerimiz vardı hatırlıyor musunuz?

"Ülkenin dört bir yanına yayılan eğitmenler bir taraftan okuma yazma öğretir, diğer taraftan doğrudan köylülerin üretim artışına yönelik pratik işlere girişirlerdi. Kısa sürede bu eğitmenlerin gittiği köylerde sosyal faaliyet artar, köylerde tiyatro bile kurulur, köy kahvelerinde okuma odaları açılırdı. (İlk kıraathaneler 1652 yılından itibaren İngiltere'de coffeehouse adıyla, yani kahvehane adıyla açılmaya başlamıştır. Buralar entelektüellerin çeşitli tartışmalar yaptığı yerler olarak da nam saldığından, İngiltere'de kahvehanelere Penny Üniversiteleri adı da verilmiştir. -O zamanlar bir fincan kahve 1 Penny'e satılıyordu- Bizde de kahvehanelere 'Kıraathane'denilmesinin nedeni budur aslında. Kıraat, Arapça okuma anlamına gelir. Müşterilerinin okumaları için gazete ve dergi bulunduran geniş, temiz ve iyi döşenmiş mekân. Şimdi kıraathanelerde kitap gazete okuyan kaç kişi görüyorsunuz?)

Köy Enstitüleri açıldığında zamanın Amerikan hükümetinin hazırladığı istihbarat raporunda "Dikkatli olun Türkler büyük bir eğitim atılımıyla geliyor" denmişti.

"Kitap kurşundan daha etkilidir" diyerek Köy Enstitülerin açılması taraftarı olan İsmet İnönü, Kepirtepe Köy Enstitüsü'nde bir kız öğrenciye "çantanda ne var, görebilir miyim" diye sorar. Öğrenci çantasından ekmek-köfte ve dünya klâsiklerinden bir eseri çıkararak gösterir. İnönü sevinerek çevresindekilere, "Ne zaman Türkiye'de erinden generaline, sade vatandaşından cumhurbaşkanına kadar herkes 'ekmekle kitabı' bir araya getirebilirse gerçek kalkınma başlamış demektir" der.

Ulusal ve devrimci niteliğiyle öne çıkarak "köyü ve köylüyü aydınlığa ulaştırma çabası ve sorumluluğu içinde eğitim veren Köy Enstitüleri "komünist yuvaları" olduğu gerekçesiyle DP iktidarı tarafından 1954'te kapatıldı. İsmet İnönü de sağcıların yükselmesi karşısında siyasi erime korkusu altında ezilip buna destek vermişti. Ardından da imam hatip okulları açıldı ve okullarda zorunlu din dersleri okutulmaya başlandı.

Ülkemizin bağımsızlık politikasına sıkılan en etkili kurşundur Köy Enstitülerin kapatılması. Bu tarihten sonra eğitimin içeriği ve amacı değiştirilmiş, köylüye verilen entelektüel ağırlıklı eğitim yerini ezberci ve içi boş eğitime bırakmıştır.

Şu anki gerek özel olsun, gerek devlet olsun tüm okullarımızda da durum farklı değildir. Tartışma derslerinin olmadığı, kültürel faaliyetleri teşvik edici, öğretici, ve uygulamalı hiç bir dersin olmaması, gençlere münazara adabının öğretilmediği, tarihsel ve bilimsel kanıtları inceleyip, yorum yapma, mukayese etme, bir fikri çok yönlü analiz etme ve eleştirme becerilerini geliştirmeye yönlendirmeyen bir eğitim sisteminin çağdaş demokratik bir devlette yeri yoktur, olmamalıdır.

* * *

Şimdi bir de madalyonun öteki yüzü var tabi.

Fikret Başkaya'nın bir sözü var: "Üniversiteler de dahil, eğitim sistemi hakim ideolojinin hegemonyasındadır!"

Eğitimin temel görevi, okuyan, düşünen, iletişim kurabilen, tartışan, analiz yapan, araştıran, geniş bir dünya görüşüne, bir vizyona, dengeli ve sağlıklı bir mantık anlayışına, insan haklarına saygılı, topluma, dünyaya, doğaya, kısacası bütün canlılara ve demokrasiye karşı sorumluluk duyan, yapıcı, yaratıcı, problem çözme yeteneği gelişmiş, çağın gerektirdiği bilgi ve kültür donanımıyla yaşama hazırlanmış aydın kimseler yetiştirmek değil midir?

Bu kişileri ilgi ve kabiliyetlerine göre yetiştirerek, sorumluluk sahibi, üretken, birlikte emek verme ve paylaşma alışkanlığı edinmiş, kendilerini tatmin edecek, topluma ise bir şeyler kazandırabilecek bir iş sahibi edinmesini sağlamak değil midir?

Peki bizim eğitim sistemimiz bunun için mi var? Yoksa, sosyal gerçeklerden uzak, sanattan, bilimden kopmuş, kendi çıkarı için diğerlerinin eksikliklerini, yetersizliklerini çiğnemekten kaçınmayan, düşünmeyi yumruk yumruğa kavga etmekten daha yorucu gören, kendini kelimelerle yeterli ölçüde ifade edemeyen, sığ görüşlü, tek tip insan yetiştirebilmek için mi çalışıyor? Öğrencilerine düşünmeyi değil, ezberlemeyi; okumayı ve yorumlamayı değil, sosyal hayatta sağlam hiç bir işlevselliği olmayan yığınla bilgiyi, hiç sorgu veya sual süzgecinden geçirmeden kabul etmeyi öğretmiyor mu?

Özgürce düşünmeyen, doğruyu bulabilmek için karşı fikirleri de dinleyen, okuyan, araştıran, sağduyulu, hoşgörülü, sorunlara eleştirel yaklaşabilecek bireyleri yetiştiremeyen bir eğitim kurumu, okul falan değil, gözümde mezbahadan farksızdır.

Maalesef Türkiye'deki, üniversiteler dahil bütün okullar böyledir. İnsanların farklı düşüncelerini, geleneklerden uzak her türlü yaratıcı fikirlerini, marazî bir dal gibi kesip budarlar. Bunun için vardırlar. "Ezberle ve sınav kazan" politikası üzerine yığdıkları, siyasi otoritenin dayatmaları altında ezerek, gerektiğinde asker, gerektiğinde oy makinesi, gerektiğinde vergi cüzdanı, ama her zaman cahil, vizyonsuz ve örgütsüz yığınlar haline getirdiği insanlarını kolayca gütmek için devletin resmî ideolojisi için çalışırlar.

Bu Avrupa'daki ve Amerika'daki okullarda da böyledir, bizim içler acısı okullarımızda da. Yani kimse elindeki diplomayla aydın falan olmaz. Biz daha insanî bir eğitim modeline geçemediğimiz için eğitimimizin olması gereken çağdaş özelliklerini ve demokratik derinliklerini yargılama lüksüne ulaşamadık tabi.

Hatırlayınız, milletvekilleri için, ziyaret ettikleri okulların öğrencilerine tuvaletin kapısında havlu tutturanlar, o okullardaki öğretmenler ve yöneticilerdi. Pişkin pişkin ellerini o havlulara silenler de vatandaşlarını oy ve vergi kapısı olarak görmekten hiç bir zaman vazgeçmemiş olan milletvekilleriydi. Şaşırmamak lâzım, vatandaşlarına her türlü kalitesiz ürünü (hiç bir şeyde Avrupa standartlarını tutturamayıp pahalılığa gelince asla zengin Avrupa kentlerinin altında kalmayan) en fahiş fiyatlarla satan, her yerin özelleştirilmesini isteyen politikacıların, özelleşmemiş, devlet okullarında okuyup para kapısı olamayan vatandaşlarının 10 yaşındaki küçük çocuklarını tuvalet bekçisi olarak görmeleri çok doğaldır zaten.

Peki Avrupa'dan ve Amerika'dan bizi ayıran şey sadece çocuklarımıza milletvekillerinin tuvaletten çıkan amonyaklı ellerini kurulatma şerefine eriştirmemiz mi? Neden bizim üniversitelerimiz dünyanın en iyi ilk 500 evrenkentinde yok? Neden kitap okuyan insanlar, toplumun büyük bir kısmı tarafından boşa vakit geçiren insanlar olarak görülürler?

Nedenlerden birisi hatta temeli, okullarımızın, hayatlarında hemen hemen hiç işe yaramayacak, ezbere ve tamamen sınava dayalı yığınla boş teorik bilgiyle, çocuklarımızı okuma sevgisinden daha da uzaklaştırmaları olabilir mi? Tevekkeli değil ya, Müslüman olmakla övünen ülkemiz kutsal kitabını bile Arapça okumak için kurslara koşuyor, Türkçe yazılmış her türlü gazete dergi ve kitaptan olabildiğince uzak duruyor. Sonra üniversite sınavına hazırlansın diye evlâtlarını yığınla para ödeyip özel dershanelere gönderiyor. Okumaktan bu kadar çok nefret edip de özel okullara ve dershanelere bu kadar çok para harcayan dünyada başka bir ülke daha var mıdır acaba? Eğitime ve kültüre bu kadar kolay, sadece para ödeyerek sahip olabileceklerine inanan başka zavallılar var mıdır?

Birini, sırf söylediklerine çoğunluğun katılmamasından dolayı susturmaya çalışmak, demokratik hukuk devletinin en büyük ayıbıdır. Ve bu ayıp, yeni fikirler üretemeyen, farklı çözüm yollarını araştırmayan, düşünmekten, sorgulamaktan korkup aydın insanlara tahammül etmekte her geçen gün daha fazla zorlanan hoşgörüsüz toplumların en büyük onur kaynağıdır.

Okullarımızdaki "okumaktan" nefret ettirme politikası sürdükçe, bilimden ve demokrasiden uzak, gitgide ticaret ve eğlence merkezleri haline dönüşen üniversitelerimiz insafsızca siyasete ve yarışma kültürüne alet edildikçe, maalesef daha çok "Hepimiz Ermeni" ve "Uğur Mumcu" oluruz bu memlekette! Ve maalesef dünyanın en cahil insanlarının toplandığı "medenîyetler buluşması" devleti olmaya da devam ederiz. Hem de fakirlikten inim inim inleyerek nüfusu hızla artan, kütüphane ve "okuyucu" yoksunu, okuldan çok adım başı camisi olan, ömürlerinde 3 tane bile kitap okumayıp 3'er tane çocuk yapan, kadınlarını kızlarını evlere ve dedikoduya hapseden, sadece televizyondan yayılan ışıkla evlerindeki ve beyinlerindeki karanlığı aydınlatan bir ülke!

Ama bu durumu değiştirmek biraz da kendi elimizde. Her şeyi devletten beklememek gerek.

Meselâ önce, Mustafa Kemal'i Atatürk yapan şeyin, sadece düşmanı ülkeden temizlemek olmadığını, sadece cumhuriyet mitinglerine katılıp bayrak sallamanın bu ülkeyi çağdaşlaştırmaya yetmeyeceğini anlasak, çağdaş bir ülkenin önce fikirle, yaratıcı akılla kurulduğunu, o ülkedeki demokrasi çarkının dönmesi için de daha çok fikre, üretime, sanatçıya ve bilim adamına ihtiyaç olduğunu anlasak; Avrupa Birliği'nde serbest dolaşım hakkını kazanmanın beynimizi çalıştırmaya yeterli olmayacağını anlasak, demokrasi mirasının üzerine konmanın üzerinde Cumhuriyet yazan nüfus cüzdanı taşımakla yetmeyeceğini, o mirası korumak ve daha da zenginleştirmek için çağdaşlığı, uygarlığı, gelişmişliği hak etmek için önce kendimizi geliştirmemiz gerektiğini anlasak; bu ülkenin yetiştirdiği sanatçılarla, önce "işlerini güzel" yaptıkları için gurur duysak ve siyasi fikirleri ne olursa olsun onlara bizim ülkemizin sanatçıları olduğu için sahip çıkıp yargılamadan önce eserlerini okuyup bir şeyler öğrenmeye çalışsak; sonra çocuklarımızı parayla satın alabileceğimizi sandığımız boş bir eğitim hayatına baskıyla, dayakla, tehditle itekleyeceğimize, önce kendi beyinlerimizi eğitsek, ona biraz kitap okuma egzersiz yaptırsak, çocuklarımıza iyi bir örnek olsak!

Evet, üstelik de hemen şimdi! Ülkemizi saplandığı karanlıktan kurtarmak için sanırım günde bir dakika ışık söndürme eylemlerinden ve panayıra benzeyen cumhuriyet mitinglerinden biraz daha kalıcı eylemlere imza atmamızın zamanı geldi.

Meselâ hafta sonları, televizyon başında göbek büyüterek geçirdiğimiz o çok eğlenceli (?) zamanımızdan bir iki saatçiğini kitap okumaya ayırsak. Alim olmak için emekli olmayı beklemesek, üniversiteliler neyse de düzenli gelirleri olan az buçuk mürekkep yalamış kimseler, kapitalizmle savaşmanın yazarların ve çevirmenlerin hakkını gasp eden korsancılara para kazandırmak olmadığını anlayıp (gerçi bana göre yazarlara sadaka niyetine telif hakkı ödeyen yayınevleri ile korsancılar arasında bir fark yok) "ne kadar çok pahalı bu kitaplar" diye okumamaya bahaneler uydurmak yerine bar kelebekliği yaparken iki-üç bira daha az içerek ayda en az bir kitap alıp okusak, cd reyonlarını gezdiğimiz gibi bir de kitap reyonlarını gezsek, acaba ne yazıyor bu insanlar, neden yazıyorlar, dertleri ne diye merak edip bir kere eşikten adımlarımızı atsak, hayatımızda bir kere olsun bir kitapçıya giderek küçük bir başlangıç yapsak, o kitaplardan maya gibi tüten mürekkep kokularını, saman kokan, toprak kokan kâğıtları bir kerecik ciğerlerimize çeksek ve bir kitabın kapağını kaldırıp başka hiç bir şeyde tadını bulamayacağınız o büyülü dünyanın kapılarını yüreğimize açsak, okumanın göz yormayacağını, beyni soldurmayacağını, bunun solculukla sağcılıkla alâkası olmadığını anlasak, biraz cesaret edip hayatımızda küçük bir değişiklik yapsak, bir kitap alarak hafta sonuna başlasak ne kaybederiz acaba?

Dahası iç benliğimize neler kazandırırız acaba?

Yorumlar

Sayın Atılgan Aslan, tebriklerimi kabul buyurunuz lütfen! Yazınızın her satırından ayrı bir lezzet aldığımı itiraf etmeliyim: Köy Enstitüleri, İsmet Paşa, DP iktidarı, karşı devrim, komünizm ve kitap düşmanlığı, "düşmanı ülkeden temizleyen" Mustafa Kemal, ülkemizin saplandığı karanlık, maya gibi tüten mürekkep kokuları, gençlere münazara adabının öğretilmeyişi, Avrupalı ve Japon aydınların yılda kaç tane kitap satın aldığına dair istatistikî rakamlar, "evrenkent", kıraathanenin kelime anlamı, okul yerine cami yaptıran yobazlar, iki-üç bira daha az içerek ayda en az bir kitap alıp okuma öneriniz… 32 kısım tekmili birden. Uzun zamandır bu kadar eğitici bir makale okumamıştım.

Nasıl derler, biraz "Çalıkuşu", biraz "Vurun Kahpeye", biraz "Türkün Ateşle İmtihanı" tadı aldım ben bu yazıdan. Ezber tazeledim, faydalı oldu. Bir belâgat harikası olarak ders kitaplarına geçebilecek değerdeki bu eserinizi kalbimin mutena bir köşesinde saklayacağım.

Sizden bir de Memenen'de şehit edilen üsteğmen Kubilay konusunda makale yazmanızı istirham ediyorum. Vurduğunuz yerden ses getiren üslubunuzla inanıyorum ki bu konuyu da hakkını vererek işlersiniz.

Durmuş Düşünür - 27 Eylül 2009 (01:43)

Sevgili Mehmet Bey, bu tarz bir üslup, insanı okuyacağı varsa da kitaptan soğutur. Zaten ortalamanın üstünde "kitap okuru" olduğunu sandığım bu sitenin müdavimlerine dayak atar gibi "oku" emri vermek yerine, kendi bakış açınızı bir daha sorgulasanız nasıl olur acaba?

Ayrıca, merak ettim, elinizde kimin günde kaç şişe bira içtiğine dair istatistiksel veriler mi var? Örneğin, ben haftada bir iki şişe birayı ya içerim ya içmem. Sizin hesabınıza uyarak oradan artıracağım parayla yılda kaç tane kitap alabilirim? Benim gibilere önerebileceğiniz başka tasarruf tedbirleri varsa ve onu da lutfedin, cehaletimizden yanlış bir iş yapmayalım.

Hatta bize bir okuma listesi verseniz diyorum. Yıl sonlarında da sınav yaparsınız, bakalım okumuş muyuz, okuduğumuzu anlayabilmiş miyiz?

Gönül Yazar - 28 Eylül 2009 (12:30)

Ben de işin Köy Enstitüleri kısmına takıldım. Çantasından köfte-ekmek ve dünya klâsiklerinden bir kitap çıkan ve de tabii ki mandolin çalan köylüler konusuna. Elbette önemli bir projedir lâkin dönemin "nasyonal sosyalist" yahut "kolhozcu" havasına da pek uygundur. Pek bir eğiticidir.

Nedendir bilinmez ama insana "sistematik bir eğitim" verilmesinin faydasızlığına inanıyorum. Kıt aklımla varabildiğim nokta okulların bir miktar öğretmesi ve asla eğitmeye çalışmamasının en faideli durum olduğu.

Tartışmaya açık olmakla birlikte temel eğitimin ailede verilmesinin ve toplumsal ilişkilerle ve dahi ahlâkî kurallarla şekillenmesinin doğruya yakın bir yol olduğunu savunuyorum. Okullarla, askerlikle, iş hayatı ile hatta kendini zorlayarak okur yazar olmaya çalışma ile de "seviye" yakalamanın zor olduğuna kaniyim. Doğrusunu bilen beri gelsin.

Ahmet Faruk Yağcı - 28 Eylül 2009 (22:15)

Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Saatleri Ayarlama Enstitüsü" romanında bir Dr. Ragıp vardır. Cumhuriyetin ilk yıllarında geçer olay. Dr. Ragıp Almanya'da psikiyatri tahsil eylemiştir ve yeni öğrendiği bu ilmin her derde deva olduğuna iman etmiştir. Ona göre ekonomiyi bile psikiyatriyle düzeltmek mümkündür.

Üstad da bulmuş işte sorunun çözümünü: Hepimiz bira şişelerini satıp kitap alacağız ve dünya güllük gülistanlık olacak.

Kırk yıl düşünsem akıl edemezdim böyle dahiyane bir çözümü. Tam çocuk yapmak üzere uçkuru çözmüşken tekrar geri bağladım ve elim kitaplığa uzandı gayrı ihtiyari. Şu anda Tuna Kiremitçi külliyatını hafızlıyorum. O bitince sırada Hande Altaylı külliyatı var.

Mustafa Topaloğlu - 28 Eylül 2009 (18:44)

Teşekkür ederim Durmuş bey. İstirhamınızı bellek masama koydum. Eyvallah.

Ha, bir de, oradaki istatiksel veriler okuma alışkanlığımızın olmadığını vurgulamak için verilmişti. Bunun en büyük suçlusu da eğitim sistemimizdir. Çünkü hiç bir çocuk durduk yere eline kitap alıp okumaz.

Eğitimin amacı bütün çağdaş ülkelerde yukarıdaki yazımda ifade ettiğim gibidir, olmalıdır. Ülkemizdeki düz okulların insana meslekî donanım kazandırmadığını biliyoruz. Hatta çoğu üniversiteler de dahil. E ben ne anladım o zaman onca sene okumaktan. Elbetteki okulların birinci amacı entelektüel, aydın bir insan yetiştirmek olmalı. (12 yıldan bahsediyoruz ve eğitimin özel amaçları arasında öncelikle okumaktan keyif aldırmak, okuma alışkanlığı kazandırmak olmalı.)

Mesleğini hiç kitap okumadan da gayet güzel icra edebilirsin ama topluma, çağına, kendine karşı bireyin tek sorumluluğu iş güç sahibi olup robot gibi bir şeyler üretebilmesi değil, fikirsel anlamda da belli bir derinliğe ulaşabilmiş, vizyon sahibi bir insan olabilmesidir. 21. Yüzyıl, sorgusuz sualsiz devletine ve milletine hizmet eden, fikirsiz, kitapsız insanların emeğiyle aydınlanamaz, gelişemez, ilerleyemez. İçinde bilimin, sanatın ve felsefenin yoğurulmadığı bir eğitim sistemi, temeli bozuk, çarpık ve karanlık bir sistemdir.

Bir toplumdaki her birey, evet bir aydın olabilir ve bu zorlama değil, bence olması gereken şeydir zaten. Okullar bunun için olmalı. Ama bir ülkenin nüfusunun yüzde doksanı aydın olursa ne olur, o ülke?

Mehmet Atılgan Aslan - 30 Eylül 2009 (20:10)

Artık eskisi gibi dinle, duayla şeyhle, milliyetçilikle yönetilmez. Asker polis baş tacı edilmez.

Bunu da hiç bir devlet istemediği için, okul adı altında açılan mezbahalarda disiplin yönetmelikleri ve otoriter öğretmenler vasıtasıyla zeki insanların şevki kırılmaya, normal insanları de ezbere, sınava, nota hapsederek tekmilini birden beyinsizleştirmeye devam ederler. Devlet var olduğu sürece, özgür düşünen insanların önü her zaman kesilecektir. Bu ilk başta öğretmenler, onlar kesemezse, toplumsal, ırkçı baskılar, o da kesmezse de kanunlar tarafından yapılacaktır.

Ve evet, kitap okumak insanı ve dünyayı değiştirir. 68'lerin arkasındaki en büyük güç edebiyattı. Güçlü şairler, güçlü romancılardı. Evet 68'ler bir devrim yapamadılar ama en azından denediler, dünya siyasetini derinden etkilediler ve yaptıklarının sosyal etkileri hâlâ konuşuluyor. Okuyan insanların daha uyanık olduklarını, daha kolay örgütlendiklerini ve daha cesur olduklarını gösterdiler. (Bilim kurgu yazarı Ray Bradbury, okumayan ve dolayısıyla düşünemeyen insanların, sadece yakılan kitapların ateşiyle aydınlatılan o gelecekteki karanlık dünyasını, 1951'de yayımlattığı Fahrenheit 451 kitabında ne güzel anlatmıştı değil mi? Hatta içeriksiz kitapların yararından çok zararının olduğunu da söylüyordu.)

Eğer bir insan yeni bir dünya hayal etmiyorsa, bu dünyanın bütün yalanlarını sorgusuz sualsiz kabul ediyor demektir. Ve bu dünyanın yalanlarından ancak kitapların yalanlarıyla kurtulabiliriz.

Mehmet Atılgan Aslan - 30 Eylül 2009 (20:11)

1) Yaygın eğitim olgusu modernitenin ortaya çıkardığı bir şeydir. Bir sonuca sebep misyonu yüklemek akla ziyan bir davranış şeklidir.

2) Modernleşmeyle, şehirleşme olgusu birbirleriyle beraber yürüyen olgulardır. Köylüyü köyünde tutup sadece eğitim vererek modernleştirmek, köykent benzeri bir takım fantaziler kurmak kulağa hoş gelir ama mümkün değildir.

3) Köy enstütüleri sosyolojik bir temelden yoksun oldukları için zaten ölü doğmuş bir projenin ürünüydüler, bir komploya kurban gitmediler, proje yürütülemediği için kapatıldılar.

4) İnsanları eğiterek özgürleştirme çabası tuhaf bir paradokstur çünkü eğitim işi, doğası gereği bireyi sınırlayan, ufkunu belirleyen, kalıplar içine sokan bir işleve sahiptir. Üniversitelerimizde bile bu işe formasyon (biçim verme) deniyor. Bu kumaştan bu elbise çıkar mı, ona da siz kafa yorun.

5) "Savaşma; seviş" kendisiyle sorun yaşamadığım bir slogandı ama "sevişme; kitap oku" sloganını açıkçası ben pek tutmadım. Sayın Aslan kanaatimce "kitap oku" telkinini başka etkinliklere karşı konumlandırırsa daha etkili olabilir.

Vahap Demir - 1 Ekim 2009 (15:16)

Sayın Demir, ben yazımın hiç bir yerinde "sevişme kitap oku" demedim. Eğer yazının başlığından bahsediyorsanız, başbakanın kulakları çınlasın…

Mehmet Atılgan Aslan - 2 Ekim 2009 (19:20)

Bence üstüne söylenecek olumsuz bir düşüncenin olmadığı son derece güzel bir yazı.

Sadece istatistiklere bakarak halimizin içler acısı olduğunu anlayabiliriz. Nedir bu istatistikler? Meselâ "yılda bir Japon'a 25 kitap düşüyor, bir Fransız'a 7, bir Türk'e ise 10 yılda sadece 1 kitap" … Bu gerçekten korkunç…

Bu ülkenin kalkınamama sebeplerinden biridir bence kitap okumamak.

Peki kitap okumamanın sebebi nedir? O sebebi de bu yazıdan çıkartabiliriz. Bunun sebebi de şudur ki, gerçekten okullarda verilen eğitim, öğrencinin yazılı her nüshadan nefret etmesini sağlıyacak şekilde.

Kitap okumanın yararlarını okuyan bilir, okumayan bilemez. Çünkü çocukluğunda okulda veya ailesinde kitap okumak öğretilmemiş veya öğretilmeye çalışıldıysa da ondan nefret edilecek bi şeymiş gibi öğrenmiştir.

Ben şahsen öğrencilik hayatımda hiç bir öğretmenimden kitap okumanın faydalarına yönelik bir açıklama duymadım… Kitap okumak hep yapılması zor ama zorunlu gibi gösterildi ama okumanın zevkinden hiç bahsetmediler bana meselâ… Kitap okumak düşünceyi özgürleştirir, insanın ruhunu zenginleştirir.

Olcay Şenol - 5 Ekim 2009 (17:24)

Japonlar ve Fransızlar müsrifse biz ne yapalım. Bir kitabı on yıl kullanabiliyorsak bence bu sağlıklı bir şey.

Şaka bir yana bence bu şekilde istatistiksel bir yaklaşım olayın özüne tamamen aykırı ve tüketim furyasının bir yumurtlaması. Ekmek, peynir yahut araba değil ki bu kelle hesabı yapasın.

Ağızdan çıkan kelime kâğıda yazılınca sanki daha mı değerli oluyor? Meselâ Derkenar'da okuduğum yazı ve yorumlardan edindiğim aydınlanmayı ölçmenin de bir yolu var mıdır? Yoksa bu eylem istatistik alanının dışında mı kalır? Ya da diyelim Noam Chomsky ile bir barda karşılaştım, ben ona bira ısmarladım o da bana ekonomi, politika bir dolu şey anlattı. Bu öğrendiklerimin akıbetinin de içtiğim bira ile aynı olacağını mı düşünüyoruz?

Vakti zamanında Nietzsche'nin bir kitabını okumuştum. Tek kelime anlamamış olmama rağmen sırf okudum diyebilmek için bitirmiştim koca kitabı. Sonraki yıllarda "Nietzsche Ağladığında" gibi "Sofi'nin Dünyası" gibi kitaplar çıktı da işimiz daha bir kolaylaştı.

Yalçın Şahin - 6 Ekim 2009 (15:47)

Derkenar'da okuduğunuz yazı ve yorumlar veya Noam Chomsky ile ekonomi, politika üzerine yaptığınız konuşma… Bilginin sınırsızlığı burda işte… Bunlar sizin bilginize bilgi katar…

Ama aydınlanmak?

Noam Chomsky ile ekonomi, politika üzerine konuşursanız belki de kimsenin bilmediği şeyleri öğrenebilirsiniz, bilgilendirilebilirsiniz ve konuştuğunuz konuda "öğrenmek istediğiniz kadar" aydınlanmış olursunuz.

Derkenar'da okuduğunuz yazı ve yorumlar aklınızın bi köşesinde yer edinir, bir fikir sahibi olursunuz o konuyla ilgili, ilginizi de çekerse araştırırsınız daha çok öğrenirsiniz.

Şöyle bir şey de söylemek istiyorum, okumamanın eksi yönlerinden biri de şudur: Türkiye kendi tarihini tam olarak net bilmiyor. Şu sıralar Türkiye bi açılım olayıyla uğraşıyor meselâ. Bence Türkiye'nin kendi tarihini ilk önce doğru bir şekilde bilmesi lâzım. Tarihiyle yüzleşmesi lâzım. Çünkü bu olay kurcalandıkça altından tarihimizle ilgili önceden kimsenin bilmediği gerçekler ortaya çıkıyor, kendi tarihimizle yüzleşmeliyiz. Bu da okumak ve araştırmakla mümkündür.

Olcay Şenol - 7 Ekim 2009 (17:27)

Sineklerin Tanrısı, Dövüş Kulübü, Gazap Üzümleri, Sardalya Sokağı, Macbeth, Othello, Carmen, Otomatik Portakal, 2001: Bir Uzay Macerası, Lolita, Bisiklet Hırsızı, Toza Sor, Asılacak Kadın, Evlilik Şirketi, Anayurt Oteli, Ağır Roman, Ay Büyürken Uyuyamam, Selvi Boylum Al Yazmalım, Cemile ve şu an hatırlayamadığım birçok eserin önce kitap versiyonunu okudum, sonra filmini seyrettim. Filmler daha iyiydi.

Eğer maksadımız yeni bir şeyler öğrenmek, düşünmek, ufkumuzu açmak, ezber sınamaksa, sinemanın edebiyattan aşağı kalır hiç bir yanının olmadığını gönül rahatlığıyla iddia edebilirim. Hatta, bakmasını bilen için magazin programlarının bile epeyce öğretici olduğunu söyleyebilirim.

İnsanların çok okuyarak allâme olacağı görüşünün çocuksu bir avuntu olduğunu düşünüyorum. Öyle olsaydı, ben şimdi hovercraft gibi suyun 40 santim üstünde uçuyor olurdum. Kemiksiz 40 yılımı inek gibi okuyarak geçirdim. Hâlâ okuyorum; yine de elifi görsem mertek sanıyorum.

Hem, bilgisizlikten daha kötüsü ne biliyor musunuz? Bilgiçlik. Çok okumanın böyle bir riski var. "Ben kitap kurduyum, cümle alemden akıllıyım" kuruntusuna kapılan insanın ne kendine hayrı dokunur ne de başkalarına.

Tamam, biz gene de vaktimiz oldukça odalara kapanıp döne döne okuyalım. Ama tevazu ile olan dirsek temasımızı da kaybetmesek iyi olur.

Necdet Şen - 9 Ekim 2009 (04:10)

Buraya yaptığım bir yorum vardı, yayımlamadınız. Alkışlıyorum sizi.

Bahadır Özaydın - 12 Kasım 2009 (14:29)

Tam yorum yazacaktım ki, Vahap Demir'in yazdıklarını okuyunca vazgeçtim.

E madem vazgeçtim, şimdi ne yazıyorum? Vahap Bey'den yorumunu ayrıntılandırıp yazı boyutuna getirmesini ve değerli görüşlerini yorumlar silsilesi içinde gözden kaçma riskinden kurtarmasını rica etmek için başka mecra düşünemedim.

Umarım bu dileğim gözden kaçmaz ve dikkate alınır.

Candan Dinç - 23 Kasım 2009 (11:39)

Başbakan'ın söylediği sözü amiyane tabir ile cahilce ilân eden yazınız mantıklı bir temele oturmuyor. Çünkü o "3 çocuk mevzusu" bir analizin, bir istatistiğin sonucu olan verilere dayanarak söylenmiş sözlerdi. Kısacası 3 çocuk yapıp 3 kitap okumak sizin de tarifini yaptığınız o aydın kitleye somut bir katkı yapmak adına daha efdal duruyor.

Selman - 16 Nisan 2010 (11:08)

Atılgan Bayar Akşam'daki köşesinde bu klişe "kitap okuma" mitini dobra bir dille hâk ile yeksan etmiş:

"Saçmalık okumaktansa, hiç okumamak daha sağlıklı olabilir. Bir şeyin, sırf kitap şeklinde ciltlenmiş diye, değerli olduğunu düşünemeyiz."

Çöpe kitap atma hakkı üzerine (Atılgan Bayar - Akşam)

İskender İ. Y. - 21 Eylül 2010 (00:20)

Ben köy enstitüsü mezunuyum. Çok kaliteli bir eğitim aldım. Daha sonra üniversiteyi kazandım ve dereceyle bitirdim. Bizim aldığımız eğitim bir başkaydı. Müzik dersinde 2 enstrüman çalmak zorundaydık. Biri flüt biri mandolindi. Resim derslerinde yağlı boya tuval çalışması yapıyorduk.

Fizik ve kimya derslerini fizik kimya mühendislerinden alıyorduk. Okulumuzda mikroskop vardı. Soğan zarına mikroskopta bakıyorduk. Tüm dünya klâsiklerini okumak zorundaydık. Sabah akşam etütlerimiz vardı. Üniversiteyi hiç dershaneye gitmeden birinci olarak kazandım ve üçüncü olarak bitirdim.

Bugün ben eğer ben olduysam okuduğum öğretmen okulu sayesindedir. Hasanoğlan Atatürk Öğretmen okulu mezunuyum ben ve bununla gurur duyuyorum. Çocuklarımın da benim aldığım gibi bir eğitim almasını çok isterdim. Bizler çok şanslıydık gerçekten. Keşke köy enstitüleri kapatılmasaydı.

Adnan Menderes siyasî kaygılarla bu kaliteli eğitim yuvalarını kapattı. Yazık oldu gerçekten. Eğer bu okullar kapatılmasaydı Türkiye bir 100 yıl ileride olurdu.

Melâhat Erdoğan - 8 Nisan 2011 (14:03)

diYorum

 

Mehmet Atılgan Aslan neler yazdı?

51
Derkenar'da     Google'da   ARA