Patronsuz Medya

Aynı Yaprakta Olmak

Sedef Özkan - 2010

Künye - Sedef Özkan, Aynı Yaprakta Olmak, Yitik Ülke yayınları - 2010, sayfa 56-63  


Bahçe kapısının önündeyim.

Kapının ardındaki hayat, beni hâlâ kucaklayacak mı emin değilim.

Kucaklamak? O zamanlar, hayatın bizi kucakladığının farkında bile değildik ki!

Hayatta deli deli koşardık, futbol oynardık… Öpüşemediğimiz karşı cinsten 'şiddetle' öcümüzü almada ya da gıcık kaptığımız hemcinsimizi elimize geçirmiş olmanın zevk ve hırsıyla; yakan top illâ ki!

Ama yandan yandan hayatta kurulmuş hanımlar dikizlenirdi.

Zaten biz ilgilenmesek "çok koştunuz, tozu dumana kattınız, gidin başka yerde oynayın, yeter artık…" nutukları bitmez, ilgiyi ister istemez çekerlerdi üzerlerine.

Anneanne kekleri hep beraber yenip paşa çayları içilirken, hanımların sonsuz kerelerce verdikleri yemek tariflerine duydukları ilgiye her defasında şaşardık. Bi de sürpriz kahve geliverirse değme keyiflerine!

E sonrasında, kendini ağırdan satan görmüş geçirmiş Dilbaz Hanım'ın fallarını dinlemek vardı! Biraz mahcubiyet ve biraz umutla bekleşen genç kızlar süzüm süzüm süzülürken, Dilbaz Hanım daha da kurum kurum kurumlanırdı.

Ellerse hiç boş durmazdı; kimi dantelde ustaydı kimi nakışta, kimi börek açmada kimi durmaksızın yemede… Etamin günün modasıydı, sökükse her devrin… Akşam yemeği hazırlıkları mümkün olduğunca ertelenirdi, e zaten hamarat hanımlar, beyler ajansa takılmışken çoban salata yapmayı da araya sıkıştırıp bi çırpıda sofrayı hazırlardı.

Biz çocuklar deli deli koşardık, futbol oynardık, yakan top… Yaşlar, sesler, bağırtılar, kediler, dedikodular, taklitler, sokak satıcıları, yapraklar, sloganlar, umutlar, kavgalar, hanımeli… Hepsi birbirine karışırdı. Hayat bizimdi. Biz hayattık. Ne kadar büyüktü hayat; bitmez tükenmezdi. Ne çok yapacak şey vardı; koşturmaktan yorulduğumuzda ya da canımız sıkkın olduğunda mırıl mırıl parolalı parolalı konuşmak 'kendimize ait dünyamızın' büyüklere çaktırmadan kanıtıydı!

Çok tatlıydık! Hayatın kollarında ne kadar da güvenliydik… Küçücük yaşımıza rağmen kocaman kahramanlardık o hayatta. Aslında herkes kahramandı bizim hayatımızda. Ne kadar büyüktü hayat… Tüm kahramanları pışpışlayıp ninni söyleyecek, sarıp sarmalayacak, kucaklayacak ve onları daha da büyütecek kadar…

Bahçe kapısının önündeyim…

Özlemimin ve merakımın yerini birazdan hüzne bırakacağını biliyorum.

Bahçe kapısının ardındaki koskocaman hayatta artık bana yer kaldığından şüpheliyim. Dokunup dokunmamakta tereddüt ettiğim paslı demir kapının kelepçesini eğer açabilirsem, o mu beni özgürlüğe kavuşturacak ben mi onu, bilmiyorum.

Kapıyı açabildiğimde yavaş yavaş ilerliyorum… Birkaç kedi temkinli temkinli önümden, arkamdan benimle beraber geliyor; sanki beni bir yerlerden tanımış da emin olmak ister gibiler… İyi ki onlar var; yoksa tamamen yalnız hissedeceğim kendimi.

Bi tuhaf; evet biliyorum bu ağacı. Evet işte şuradaki pencere, aynı yerinde… Ama kimse yok. Kimsecikler yok, bomboş burası. Kimse kek yemiyor, kimse kahve içmiyor. Kediler miyavlıyor, kediler miyavlıyor, kediler miyavlıyor… Kediler…

Kediymişim,
ölmüşüm…

eşim varmış,
ölmüş…

biz çok sevmişiz,
biz yan yana ölmüşüz…

sonra gelmişim bir şekilde,
kedisiz,
eşsiz,
yalnız…

yoksa o da gelmiş mi?
Yoksa biz arar mıymışız birbirimizi?
Hep soğuk muymuş, hep ayaz mıymış buralar?
Hep dert mi olmuşuz yoksa, derman üflerken
bilmeden birbirimizi arar dururken?

Küçücük kalıverdim bu hayatın ortasında. Küçücük kalıverdi hayat yaşamın ortasında; gözlerim kapalı ben dönerken. Küçücük, dönüyorum hayatın ortasında…

Hanımeli kokusu… Evet, hatırlıyorum… Sanki birazdan kalburabastı tarifi başlayacak… Tanıdıklar geliyor… Döndükçe… Kediler… Sürtünüyorlar… Kesif, yanık bi koku… Sobada yakılmış kitaplar kısa ömürlü… Ne çok kitap var… Yasak sözcükler ısıtacak artık bizi; erken öğrendik kitapların anlamını!

Küller hayattan yaşama savruldu, savruldu… Kimse tutamadı sonra onları, kimse bulamadı… Ateş kıza bak! Ne biçim çalımladı yine kendini santrafor sanan ahmağı! Ahhh… Bu başka bi koku!

Evet, bu koku… Yoksa Dilbaz Hanım Teyze de burada mı? Dilbaz Hanım Teyze? Nerdesiniz?

- Yoksa benim için mi geldin?

- Dilbaz Hanım Teyze?

- Aferin, unutmamışsın adımı. Neden geldin?

- Bennnn… Geldim, çok özledim…

- Beni mi özledin?

- Ahhh, bu kokuyu Dilbaz Hanım Teyze, çok özledim… Bu hayatı özledim. O zamanlar anlamasak da acımızın içindeki huzuru bile özledim. Sahiciliği…

- Yani beni?

- Elbette. Çok özledim.

- Ben de seni bekliyordum.

- Beni mi?

- Evet, seneler seneler geçti… Seni bekliyorum mektubunu vermek için.

- Mektup mu?

- Evet, mektup… Bi yerlere gidemedim bu yüzden, çakılıp kaldım bu hayatta bi başıma! Benim gibi kanlı canlı, hoş sohbet bi kadın için çektiğim çileyi düşün!

- Beni neden beklediniz, anlamadım, bilseydim daha önce gelirdim, inanın…

- Boş lâkırdı! Bilseymiş! Lokum bile yok yanında!

- Çok özür dilerim gerçekten, ben hiç tahmin…

- Tahmin etmedin di mi benimle karşılaşacağını? Ama etmen gerekirdi! Mektup beklemiyor muydun?

- Mektup? Yani sizin bana vereceğiniz bir mektup? Yani…

- Üffff, tamam… Yeter… Evet, senelerdir bu hayatta seni bekliyorum. Herkes gitti. Ama ben seni bekliyorum.

- Dilbaz Hanım Teyze, sahiden siz misiniz? Yani ben gerçekten neredeyim?

- Tamam kızım, mızmızlanma, sahiden benim işte, özlememiş miydin sahiciliği? Al sana Dilbaz! Daha ne olsun! Kafan mememin teki kadar bile etmez! Anla artık! Küçükken akıllı akıllı bakardın yandan yandan, alığa dönmüşsün sen!

- Dilbaz Hanım Teyze, siz hiç değişmemişsiniz…

- Eeee, bakımlı kadınım, bitki kürü yapıyorum ayol, burada ottan çok bi halt yok!

- Gerçekten çok özledim… Her şeyi… çok özledim…

- Otur artık şuraya, merak etmiyor musun mektubu?

- Ben bir şey anlamadım Dil…

- Sus yeter! Tamam sus… Bak kızım, sen merak etmiyorsan ben ediyorum! Sittin sene seni bekledim okuyabilmek için… Anladın mı? Dinleyeceksin! Çünkü ben merak ediyorum!

- Oku o zaman Dilbaz Hanım Teyze…

- Hiçbir şey bilmiyordun, gitmiştin sadece… Gitmek vazifeydi sanki. Hep gitmek… "Bir daha geri dönemem…" * Beni bu hayattayken de fark etmedin. Umursamadın. Ne çok arkadaşın vardı! Hep kalabalıktı etrafın… Ama ben seni hep yalnız düşledim. Senelerce… Seni düşledim… Bana gelmeni hayal ettim; yalnız. "Sadece gökyüzü… Sadece deniz… Sadece sen ve ben… Sadece sevgi…" ** İşte geldin… Buradasın… Artık benimlesin… Bu mudur? Bu mudur? Senelerce ağlamadım, şimdi gerçekten ağlayacağım, ben bunun için mi bekledim?

- Kim yazmış bunu Dilbaz Hanım Teyze?

- Sen yazmışsın elinin körü!

- Beraber ağlayalım Dilbaz Hanım Teyze! Ben kendime mi yazmışım bu mektubu?

- Yazmışsın işte! Falın öyle diyor!

- Fal mı?

Dilbaz Hanım Teyze? Nerdesin? Dilbaz Hanım Teyze? Bu mis gibi kahve kokusu… Nerdesin? Ahhh bu koku! Bu da ne? Elimde bir fincan… Dilbaz Hanım Teyze… Gerçekten beni bekledin…

Kulağımda fısıltısı dolanmaya başlıyor:

- Zaman nedir kızım? Bilmiyorum yaşımı… Soruyorlar, bilmiyorum… Hep aynı andayım; "zaman geçmiyor olmalı!" dedikleri türden… Evet, benim buralardan zaman geçmiyor. Oturduğum yerdeyim.

geçmiş
gelecek - hayat duruyor

zaman durdu
hayat şimdi.

Elimde bir fincan… Bakıyorum… Zarflı bir fincan bu… Ne kadar güzel… İçtiğim en güzel kahve… Ne zaman içtim bu kahveyi? "Sen yazdın mektubu" dedi Dilbaz Hanım Teyze. Ben yazdım? Kime? Zarf avuçlarımda, hayatın ortasında. Ben mi yazdım? Yoksa yazıldım mı? Birine mi yazdırdım? Kim bana yazdı?

Elimde zarf… Üstünde eflâtun mineli 'hayat' yazıyor, doğrudan buraya gönderilmiş mektup. Dilbaz Hanım beni beklemiş… Okumak için… Kediler… Kediler miyavlıyor, sürtünüyorlar… Onları hatırlıyorum… Ama pek çok şey de hatırlamıyorum…

Kediymişim
ölmüşüm.

Ürperiyorum düşündükçe: "…İşte geldin… Buradasın… Artık benimlesin…"

Son bir kez Dilbaz Hanım Teyze'ye sesleniyorum. Ama nafile. İstediğinde geldi, istediğinde gitti. Beni beklemişti… Şimdi kimi bekler bilinmez… Geriye zarflı bir fincan kaldı… Artık gitmeliyim. Meğer hem zarfa hem mazrufa bakmaya gelmişim! Bu hayatın dillenmesi gerekiyormuş. Çözemesem de! Ama mazrufu muhafaza etmiş zarf; "… artık benimlesin…"

Ağzımda kekremsi telve, gözlerimde tarifsiz bir ışık… Demir kapının kelepçesi hâlâ açık; belli ki benden sonra giren çıkan olmamış… Kim gelecek ki zaten artık bu hayata?

Demir kapıyı sonuna kadar açıyorum.

"Çık artık hayat buradan, çık, süzül, coş yaşamda… Kelepçeler bağlamasın artık seni… Yeter bu kadar geçmiş, at ağırlığını üstünden… Sen beni içeri aldın, ağırladın, şimdi artık gitme zamanı…"

Yürüyorum… Sanki ardımda hayat! Ama nedense kısa süre sonra artık peşimden gelmeyeceğini biliyorum. Telefonum çalıyor." Bir kahve içer misin?" Şaşakalıyorum. "Neredesin?" diyorum. "Hep olduğum yerde" diyor.

"Nereden biliyorsun burada olduğumu?"

"Daha bende ne cevherler var!" diyor. Gülüşüyoruz… Gözlerimde tarifsiz bir ışık…

"Aslında bugün çok kahve içtim! Başka içecekler var mı bu şehirde?" diyorum.

Sonra o diyor, sonra ben diyorum, o diyor, ben diyorum, diyor, diyorum, diyor, diyorum… Diyoruz… Çok gülüyoruz. Gözlerimde tarifsiz bir ışık…

Uzun yoldan geldin:
sonunu gördüğüm
ama öyle kuvvetliydi ki ışık
pencere kenarından kalkıp
yanağını okşadım
ön sırada oturan oğlanın
yanına uzandım sonra
çok uzun uzandım
yıllar yıllar kadar
memelerimi okşadın
tene geçmeden

sen babaannenden
ben ninemden
taşıdık yer yatağımızı
nasıl eski, nasıl temiz
nasıl bakir, nasıl bakire
biz bilmezken
dikmişler çeyizimizi

Uzun yoldan geldin
… hoş geldin.

Yürüyorum…

Yürüyorum…

Yürüyoruz…

"Biliyor musun, aynı yaprakta yazılıydık!" diyor. "Sen bi tarafında, ben bi tarafında."

"Sen de mektup aldın mı yoksa?" diyorum. "Evet" diyor, "… üstünde eflâtun minesi olan…"

Gözlerim doluyor… Gökyüzüne fısıldıyorum: "Özgürüm" .

Biliyorum, hayat duyuyor. Kediler miyavlıyor; patilerinde telveler…

'Sözlerimi Geri Alamam' şarkısından / Bulutsuzluk Özlemi
** 'Tepedeki Çimenlik' şarkısından / Bulutsuzluk Özlemi

diYorum

 

60
Derkenar'da     Google'da   ARA