Patronsuz Medya

Ne güzel çocuklardık biz

Metin Celâl

Künye - Metin Celal, Ne Güzel Çocuklardık Biz, Sayfa:61-67,
Gendaş Yayınevi  


Bugün de yapmam gereken bir iş yok. Birisine verilmiş sözüm, bir beklentim ya da planım… Arayabileceğim, oturup iki lâf edebileceğim bir arkadaşım da yok. Varolan arkadaşlarımın üstünü bir kalemde çiziverdim. Daha doğrusu onları hangi yüzle arayacağımı bilemediğim için hiç arkadaşım yok muş gibi davranmak daha çok işime geliyor. Yine de kalkmak sokaklara fırlamak duygusu var içimde.

Önce sokağın köşesindeki seyyar börekçiden iki peynirli poğaça alırsın. Sonra öğrenciliğinin çay bahçesine kurulursun. Bir çay bahçesi için erken bir saat olmasına rağmen müdavimler çoktan yerlerini almıştır. İşsiz güçsüz emekliler günün ilk nargilesini tokurdatırken, henüz kahvaltı etmemiş öğrenciler de onlardan eksik kalmaz, ciğerlerinin nikotin ihtiyacını sigarayla karşılarlar.

ay bahçesi tenha sayılırdı. Sezen kendine köşede bir yer seçmiş, "Benim neyim eksik" dercesine günün ilk sigarasını yakmıştı. Hizasında oturan yaşlı amca ona gülümsedi. "Niye üzelim adamı?" O da bir gülümsemeyle karşılık verdi.

"Gazetenize bakabilir miyim?"

Gazeteyi şöyle bir karıştırdı. Hiç bir haber ilgisini çekmiyordu. Ali'yle ilgili haberi okuduktan sonra her gün gazeteleri baştan sona taraması geldi aklına. O küçük haberden sonra Ali gazetecilerin ilgi alanlarının dışına çıkmış olmalıydı. Bir daha hakkında bir satır bile haber çıkmamıştı.

"İş ilânlarına mı baksam? Bana uygun iş nerede bulunur? Sekreterlik? Muhasebecilik? Metin Yazarlığı? Fabrika ortaklığı? Tencere pazarlamacılığı? Hangisine vasıflarım uyar? Hiç birine."

Vasıflarının uyup uymaması bir yana, içinde bulunduğu ruh haliyle hiç bir işi yapamayacağını düşündü. Üniversiteye, araştırma görevlisi olarak geri dönse de içinden işe gitmek gelmeyecekti. O işten, üniversiteden, oradaki ilişkilerden tamamen soğumuştu.

Aslında tam ona göre bir işti araştırma görevliliği. Fakültenin en yaşlı, en çekilmez hocasına asistanlık yapmasına rağmen işini seviyordu. Birçokları gibi beleş bir iş olduğunu düşündüğü için değil, bir şeyler yapacağına inandığı için kalmıştı fakültede. Araştırmalar yapıp, tezler hazırlayıp ülkenin sorunlarına çözüm getirmek gibi idealist düşünceleri bile vardı. Üniversitenin ne kadar köhne, ne kadar bürokrat bir yapı olduğunu daha ilk günlerde fark etmesine rağmen bu fikrinden caymamıştı. Hem bir devrimci olarak, görevlerinden biri de üniversitenin yapısını değiştirmek, hiç değilse çağdaşlaştırmak değil miydi?

Niçin bir fabrikaya girip işçilik yapmıyorum? Gerçek bir proleter gibi… Bir aralar bunun hayalini kurmuştuk. "İşçileri bilinçlendirmek için onlardan biri olmalı insan." diye düşünüyorduk. Bu parlak fikri bir yerlerde okumuş olmalıydı Ali. Eğitim toplantılarından birinde konu enine boyuna tartışılmıştı. Ben de hayalimde geliştirmiştim… Ali'yle beraber aynı fabrikada çalışıyoruz. Fabrikaya yakın gecekondu mahallesinde oturuyoruz. Yavaş yavaş tüm işçileri örgütlüyoruz. Patron ve sarı sendika yenilgiyi kabul edip işçilerin fabrikayı yönetmesini kabul ediyorlar…

Hayal etmek güzeldi de gerçekleştirmek neredeyse hayal ötesi bir şey. İşçileri örgütlemek amacıyla vardiya dağılışlarında fabrika önlerine gidişlerini hatırladı. İşçiler tam anlamıyla onları ilgilendirmesi gereken konulara bile ilgisizdi. Ellerindeki bildirileri boşuna bir çabayla dağıtmaya çalışırlardı. Çok azı ilgilenirdi bu bildirilerle. Çoğu almak istemez, zoraki alanlar da bir kaç adım atıp uzaklaştıktan sonra fark ettirmemeye çalışarak bir kenara atıverirdi. Bir tane okuyanına rastlasalar hemen yanına gidip bildiri hakkında bir şeyler sorup konuşmaya çalışırlardı. Ama bundan da pek sonuç alınamazdı.

Gençlikte bu çay bahçesinde geçerdi günlerimiz. Bazen sabahtan akşama kadar boş boş otururduk. Tavla, kâğıt oyunları bir devrimciye yakışmadığı için oynanmazdı. Gazetelerin okunması da çok uzun sürmezdi. Her gün birlikte olduğumuz için konuşacak pek fazla bir şey de bulamaz, sıkıntı içinde susup otururduk. Benim görevim kuryelikti. Kahvede buluşma saatlerini öğrenmek için beklerdim. Ali genellikle akşamüstü gelirdi. Onun işi okulla ilgili değildi. Okula geldiğinde de olaylarla ilgilenmez, derslere girer, hocaları dinlerdi. Bizim okulu korumak gibi bir görevimiz de olduğundan derslere girmez, ya okulun kantininde ya da burada pineklerdik.

Ali'nin gelmesi eylem demekti. Hepimiz canlanırdık. Kısa ve öz cümlelerle bizi gelişmelerden haberdar eder, olaylar hakkında örgütün üst yönetiminin neler düşündüğünü anlatırdı. Ama tartışmalara katılmazdı. Biz tüm günü sıkıntıyla geçirmenin de yarattığı bir havayla ateşli yorumlar yaparken, bıyıklarını çekiştirerek dinlerdi. Sonra sıkıldığı bir an pat diye söze girer, "Bu akşam, aşağı sokağa afişlemeye çıkılacak. Şu şu arkadaşlar hazır olsun, "derdi. Bizim bölgenin yöneticisi olduğundan söylediklerinin tartışılması, itiraz edilmesi mümkün değildi. Yapılacak eylem çok mantıksız bile olsa Ali tartışmaya izin vermez, bu emri kendinin vermediğini hissettirerek, "Eylemden sonra oturur, özeleştirisini yaparız." derdi.

Bana tutkal kutusunu taşımak ya da bir sokak ötede gözcülük etmek gibi sevmediğim görevler düşerdi. Herkes itiraz etmeden görevini yerine getirmeliydi. Devrimci sorumluluk bunu gerektiriyordu. Ama ben hep daha ciddi görevler beklerdim. Duvarlara afiş asan olmak gibi… Tabii bu arada bir afişi hızlı ve düzgün asamayacağımı unuturdum. Neyse ki, Ali kimin neye yetenekli olduğunu çok iyi bilirdi.

Kuryeliğin tam bana göre olduğunu da Ali tespit etmişti. Çünkü dikkati çeken tiplerden değildim. Aksine silik olduğum bile söylenebilirdi. Bir topluluğun içinde kolay kolay fark edilmez, fark edilse de akılda kalmazdım. Çokluk eylemlerde benim de olduğumu unutup, eylemin nasıl geçtiğini bana anlatırlardı. Giyimim de tipik, parkalı devrimci giyimi değildi. Annemin aldıklarıyla yetinmek gibi bir zorunluluğum olduğundan Hanım hanımcıktım. Bu tür kıyafetlerin üzerine parka giymek dam üstünde saksağan sözüyle açıklanabileceğinden parkam olmasına rağmen giyemiyordum. Komik görünüyordu. Normal şartlarda bir devrimciye uymadığı için eleştirilebilecek giysilerim benim kuryelik gibi önemli bir göreve getirilmemde etkili olmuştu. Bir takım belgeleri, tabanca, mermi gibi şeyleri birilerine ulaştırmak, bölgenin ihtiyacı olan illegal yayını ve dergileri getirmek görevlerim arasındaydı.

Önce "Militana Notlar", ok okunduğu belli olan, birçok satırının altı çizilmiş bir kitap. Ali, sadece altı çizili yerleri okuman yeterli demişti. Ben meraktan tamamını okumuştum. Rusya'da, Çar zamanı illegal bir örgüt mensuplarının nasıl davranması gerektiğini anlatıyordu. Yazılı olanların çoğunun eskimiş ve işe yaramaz olduğunu düşünmüştüm. Sonra "Devrimcinin Görev ve Sorumlulukları" başlıklı bir teksir vermişti Ali. Bunda altı çizili satırlar yoktu, hepsinin okunup bellenmesi gerekiyordu. Teksiri okurken sık sık tanıdığım birinin, büyük bir ihtimalle Ali'nin bu broşürü yazdığını düşünmüştüm. Cümleler onun konuşmalarındaki gibi devrikti. "Militana Notlar" daki gibi bu broşürde de illegal koşullarda örgüt mensuplarının nasıl davranması gerektiği anlatılıyordu.

Yazılanları ciddiye alırsam iyi bir paranoyak olacak ve en yakınımdakilerden, örneğin bizim grubun şefi konumundaki Ali'den ya da Ayşe'den bile şüphelenecektim. Şüphe ve tedbir ilk koşullardı. "Militana Notlar" da da, "Devrimcinin Görev ve Sorumlulukları"nda da bir kuryenin nasıl davranması gerektiği hakkında bir şey yoktu. Ali, en ufak kuşku halinde görevi yarıda bırakmamı sıkı sıkı tembih etmişti. Her zaman çok dikkatli olmalı, tüm buluşmaları kalabalık yerlerde, otobüs duraklarında, vapur iskelelerinde ya da garlarda yapmalıydım. Tüm randevulara zamanında gelmeli, karşı taraf gelmemişse beklemeden randevu yerinden ayrılmalıydım. Buluşacağım kişinin kimliği hakkında en az bilgiye sahip olmak ve onun da benim hakkımda bilgisiz olduğuna emin olmak da önemli prensiplerdendi. Hiç bir zaman geldiğim yoldan geri dönmemeli, kimseyle diyaloğa ve özellikle tartışmaya girmemeliydim.

Buluşma yerleri hep son dakikada bildirilecekti. Bildiren kişi ya Ali ya da ondan bir alt seviyede olan Hülya olacaktı. Başka hiç kimseden emir almayacaktım. Kimseye de nereye gittiğim, ne yaptığım konusunda bilgi vermeyecektim. En yakınıma, en sıkı dostuma bile…

Ali ve Hülya bana bu bilgileri verirken, ben bu işi başaramayacağımı düşünmeye başlamıştım bile… Ama bu konuda benim fikrim sorulmadı. Görev bana verilmişti, itiraz edemezdim. Ali de, Hülya da davranışları ve konuşma tarzlarıyla bu duyguyu bana vermeyi başarmışlardı. Ali her zamanki gibi bir işini bahane edip bizi yalnız bırakınca yaradana sığınıp Hülya'ya "Yapamam, "demiştim. Hülya, bu cümleyi hiç ciddiye almamış olduğunu belirten bir bakışla, "Bir kere dene. Sonra karar verirsin, "demişti. Kuryelik görevini yapıp yapamayacağım denenerek anlaşılacaktı. O denemeden sonra karar verilecekti. Rahat olmalıydım.

Aradan bir haftadan fazla süre geçmişti. Ali'den de Hülya'dan da bir ses çıkmayınca vazgeçtiler, başka birini buldular diye düşünmüştüm. Bir gün tam dersten çıkarken Hülya bir naylon poşeti bana uzatmış, Bakırköy tren istasyonuna gitmemi söylemişti. Tam bir saat sonra orada olmalıydım. Halkalı yönüne giden peronda bekleyecektim. Benimle aynı tip poşet taşıyan birisi gelecekti. "Erkek" demişti altını çizerek Hülya. Evet, bir erkek gelecekti ve biz tam tren geldiği anda, insanlar binerken poşetleri değiştirecektik. Adam trene binecekti. Bense geri dönecektim. Hülya beni Beyazıt otobüs durağında bekleyecekti.

Öyle heyecanlanmıştım ki, ne olup bittiğini anlamam bile mümkün olmamıştı. Korkudan poşeti açıp içinde ne var diye bakamamıştım. Bilmemem gerek diye düşünüyordum. İstasyona zamanından çok önce gelmiş, buluşma saatinin gelmesini beklerken ne yapacağımı bilememiştim. Ben şaşkın şaşkın dolanırken, benimle aynı markalı poşeti taşıyan adam yanımda belirmiş, tam trenin geldiği anda poşeti bana uzatmış, benim elimdekini biraz da çekiştirerek almış, trene binmişti. Elimde poşetle boş peronda kala kaldığımda hâlâ ne olup bittiğinin farkında değildim. "Geldiğin yoldan dönme!" emri aklımda olduğu için ters yöne geçip trene bindim. Beyazıt'ta Hülya'yla buluşana kadar içim pırpır edip durmuştu.

Hülya'nın rahatlığı bile içimi ferahlatmamıştı. "Nasıl geçti? Başardın mı?" gibisinden sorular bekliyordum. Hiç bir şey sormadı olan biten hakkında. Sadece "Ne taşıdığını biliyor musun?" diye sordu. "Hayır" dedim boş bakışlarla. Giderken de gelirken de poşetlerİn içine bakıp bakmama konusunda çok düşünmüştüm. Poşette ne olduğunu bilirsem daha çok korkacağıma karar vermiş bakmamıştım. Her iki poşetin de çok hafif oduğunun farkındaydım. Büyük bir olasılıkla poşetlerde bir takım kâğıtlar vardı. Örgütsel dökümanlar her halde, diye düşünmüştüm.

Hülya, durakta, büyük bir rahatlıkla poşeti açıverdi. Poşette büyük bir zarf vardı. Zarfı çıkardı, aynı rahatlıkla kenarından yırttı. Onun bu tavırları beni iyice şaşırtmıştı. Çok tehlikeli bir şey yaptığımı düşünmüştüm. Zarfı bana uzattı "İçine bak!" dedi. Baktım. Zarf boştu. Sınavı başarı ile tamamlamıştım. Görev benimdi. Hülya, "En iyisi ne taşıdığını bilmemektir" demişti. "Geçen gün bunu sana söylemeyi unutmuşuz. Güvenliğin için ne taşıdığını bilmemelisin."

diYorum

 

63
Derkenar'da     Google'da   ARA