Patronsuz Medya

Esir Şehrin Mahpusu

Kemal Tahir

Künye - Kemal Tahir, Esir Şehrin Mahpusu, Sayfa:11-13-119,
Adam Yayınları
(5. Basım) Ocak 2004  


- "Eve bir iki satır yazabilir miyim?"

- İstemez. Arayan soran olursa yukarıdan öğrenir! Haydi!

Kâmil Bey üstelemedi, yıllarca Avrupa otellerinde yatıp kalkmış, zengin paşa oğlu alışkanlığıyle bavulunu almayı düşünmeden yürüdü.

Galatasaray'dan sınıf arkadaşı "dö san diz nöf" İhsan'a kavuşmak sevinci yüreğini kaplamıştı. "Ne iyi ettim de, İhsan'ın yanına gönderilmek işini Nermin'e açtım. Ne kadar da çabuk yaptırdılar. Hay Allah sizden razı olsun Enişte Bey!"

Yukarıda, dış kapının ağzını, Haziran ikindisinin sert güneşi tutmuştu. Kâmil Bey, gözlerini keyifle kırpıştırarak aydınlığa doğru hızlı hızlı yürüyordu.

- "Heeey! Dur bakalım! Elini kolunu sallayarak nereye? -Kanun çavuşunun sesi hem sertti, hem alaycı- Şöyle gel! Sokul! Uzat ellerini. Oldu mu ya? Sen hiç kelepçe vurunmadın mı?"

- "Kelepçe mi, hayır."

- "Vurunmadınsa acemisin demek. Meraklanma, öğrenirsin de, usta bile olursun. Bilekler üst üste. namaza durur gibi."

Kâmil Bey, ellerin namazda nasıl kavuşturulduğunu, bir türlü aklına getiremiyordu.

Kelepçe pas içindeydi. Görünüşünün iğrençliği Kâmil Bey'in duyduğu dehşeti birkaç kat artırmıştı. Gardiyan asker İbrahim, bavulla paltoyu yere bıraktı, sakatlara yardım ederken gösterilen koruyucu telâşla bilekleri kelepçelenecek biçime getirdi.

Kanun çavuşu kelepçeyi taktı, vidasını çevirdi. Arada bir çekiştirip, gevşekliğine bakıyordu. Küçük asma kilidi deliklerine geçirip kapattı.

- "Haydi bakalım, düş önüme!"

- "Rica ederim Başefendi."

- "Neymiş?"

- Ben. Ben böyle gidemem.

- "Gidemez misin? Allah Allah! Öyle gidersin ki, oynaya oynamaya. Haydi yürü! Bütün antikalar bizi mi bulur, mübarek gün?"

Kâmil Bey'in boğazı kurumuştu. Yalvardığının farkında olmadan yalvardı:

- "Ben böyle gidemem Başefendi. Yürüyemem. Lütfen Müdür Bey'i görelim. Savcı'yı. Reis Paşa'yı."

- "Ne Reis Paşa'sı? Arife günü Reis Paşa mı kaldı? Kâtipler bile savuşmuş. Haydi uzatma! Seninle uğraşmayalım."

- "Rica ederim. Ben böyle kelepçeli. İnsanların içine. Hayır. Ben kaçacak adam değilim Başefendi. İnanmazsanız İbrahim Efendi'ye sorun!"

- Uzattın ama. "Yürü" diyorum, herkesin işi gücü var. Kaçmazmış! Biz neler gördük! Koskoca vali, utanmadan savuştu da, az kalsın yerine bizim arkadaşları asacaklardı. Düş önüme! -Kolundaki şeritleri gösterdi:

- "Bak bunlar keskin atıcı nişanları. Yolda savuşmaya kalkarsan kurşunu kıçına yersin. Haydi marş!"

Kâmil Bey'in kulaklarında uğuldayan dehşet, bütün gücünü tüketen bir titreme olmuştu. Dizlerine iniyordu. "Hayır gidemem. Bacaklarım götürmez. Yolda yıkılırım." Kendisini kalabalık bir caddenin kaldırımında, kelepçeli bilekleriyle sırtüstü yatıyor, gördü. Merdivenin son basamağında sendeledi, boğuk boğuk yalvardı:

- "Aman bir araba İbrahim Efendi. Aman bir araba getirin!"

Bunu nasıl akıl edebildiğine şaşarak sustu. Çareyi bulduğuna iyice inandığı için biraz ferahlamıştı. Kulaklarındaki uğultunun ötesinden, sıcakta koşmuş av köpekleri gibi soluduğunu duyuyordu.

- "Buluruz Beyim, kolay."

- "Biz burada bekleyelim. Sen al gel."

Kanun çavuşu bu sefer, parmaklarının ucuyla sırtını dürttü:

- "Yürü be adam! Çattık belâya."

* * *

Kulaklarındaki uğultu yeniden başlamıştı. Bacaklarına tahtalar bağlanmış gibi adımlarını zorla atıyor, her zorlayışta, sertelmiş sinirleri sızlıyordu. "Beni hırsız sanacaklar. Hırsız."

Kelepçeyi önce, üstü başı, yüzü gözü kapkara bir bakırcı gördü. Gözlerindeki usanmışlık birden değişti. Uzun burunlu, kırçıl bıyıklıydı. Şaşırmayışını yiğitliğine verip biraz kibirlendiği kaşlarının çatılmasından belliydi.

Çocuklar yanı sıra yürümeye başlamışlardı. Kelepçeli adamın yüzünü görebilmek için başları geride hızlanıyorlar, telâşları ile kalabalığın dikkatini çekiyorlardı.

Orta yaşlı bir kadın ürkerek kaldırımdan indi. Kendisini korkuttuğu için kelepçeli herife öfkelenmişti.

- "Boyun posun devrilsin inşallah!"

Kanun çavuşundan çekindiği için koşup araba getiremediğine üzülen gardiyan İbrahim homurdandı:

- "Bre kahpe! Ayıyı bilmezsin, kurdu bilmezsin. Senin boyun posun devrile! Karı başınla sokakta ne işin var alçak?"

Ak sakallı bir hoca: "Allah ıslah etsin!" diye içini çekmişti ama, hiç acımadığını da saklamamıştı.

Kâmil Bey, elinde olmayarak gene yalvardı:

- "Bir araba çevirin İbrahim Efendi! Lütfen bir araba. Rica ederim."

* * *

Paytoncu Osman Ağa ortaya dert yanıyordu:

- Bu bizim eşşek milletimize hiç acımayacaksın! "Ay başında toplanmasın da bayramda toplansın. Elleri bollanır, "dedik. Neyine gerek senin? Topla! Nerden bulurlarsa bulsunlar. Ulan hergeleler! Ortalığı yıkatıyoruz, süpürtüyoruz, fazladan cebindekini göz göre göre almasınlar diye, mahalle bekçiliği yapıyoruz. Yokmuş! İtoğlu it! Burası babanın evi mi?

Kâmil Bey, ağzı mumla kapalı bir şişenin içindeymiş gibi bunaldı. Buraya alışıp yerleşemeyeceğini, bir daha anlamış, ağır bir yılgınlık gene yüreğini sarmıştı. Belki, gözünde biraz büyütüyordu, belki de, duyduğu bu yılgınlığın, bu adamlarla hiç bir ilgisi yoktu. "Bu adamları kendi yaşama şartları içinde ölçüp biçmeli. Kıstırılmış yoksul adamların davranışları elbet biraz başka türlü olur. Şu Osman Ağa'yı anlamaya çalışırken, içinde debelendiği korkunç mahpushane kanunları hesaba katılmazsa, hiç tanımadığı birini, üç gün üç gece sofrasına oturttuğu gerçeği gözden uzak tutulursa, doğru bir yargıya nasıl varılır? Bunların hepsi, göründükleri gibi olan halk adamları."

Görüşmeye gittikleri günlerden birinde, İhsan, cezaevleri için "Burası çıplak adamlar ülkesi" demişti. "Buradaki çıplaklık, üstle başla ilgili değil, insanların iç yüzleriyle ilgili. Dışardayken insanı insandan saklayan çeşitli perdeler, peçeler, maskeler, burada birkaç güne varmadan sıyrılıp düşüyor. Bir araya kapatılmış olmak hiç birimizde, olduğumuzdan başka türlü görünebilmek gücü bırakmıyor. Kendilerini olduklarından başka türlü göstermeye çabalayanlar, ancak bir iki hafta dayanabiliyorlar. Dışarda da bu böyle ama, ne sizin beni araştırmaya vaktiniz var, ne de benim sizi."

diYorum

 

59
Derkenar'da     Google'da   ARA