Patronsuz Medya

Paradigmanın İflâsı

Fikret Başkaya - 1991

Künye - Fikret Başkaya, Paradigmanın İflâsı, Özgür Üniversite Yayınları, 8. basım (Sayfa 313-336)  


"Özgürce düşünmek, özgürce davranmak, araştırmacının görevi değil, temel niteliğidir." (İsmail Beşikçi)

Sömürgecilikle başlayan dönemde. "Batı" ile "Batılı olmayanlar" arasındaki ilişkiler biçim değiştirse de özü hep aynı kaldı. Başlangıçta sömürgeciliğin yerleşmesi için askeri plandaki üstünlük önemli olmakla birlikte, asıl belirleyici olan "Batı düşüncesi", "Batı bilimi ve teknolojisi"ydi.

* * *

Dünyanın geri kalan bölgelerindeki halklar; kendi doğalarından kaynaklanan bir "geriliğe mahkûm olduklarına, Avrupalıya göre "aşağılık" olduklarına inandırılmalarında söz konusu "modern bilim" belirleyici bir rol oynadı.

Üstelik her tarihsel dönemde sömürgeciliğin bir aracı olan "modern Batı bilimi" kendini "tarafsız" ve "evrensel" olarak sunmayı da başardı. Böylece tarafsızlık ve evrensellik efsanesi, batı bilim ve teknolojisine karşı konulmaz bir güç kazandırdı. Her kim batı düşüncesine, egemen batı ideolojisine karşı çıkarsa, bilim düşmanı ve gerici damgasını yemekten kendini kurtaramazdı. Artık Avrupamerkezli, ırkçı, nüfuz yayıcı Batı ideolojisi tüm dünyada egemen olabilirdi.

Hıristiyan misyonerlerin başlangıçtaki "uygarlaştırma misyonu", giderek "kalkındırma misyonuna" dönüştü! Sömürgeleştirmenin Batı'daki adı, "uygarlaştırmaktı." Uygarlık götüremezlerdi ama, var olan uygarlıkları ve uygarlıkların yaratıcılarını tarih sahnesinden silecek güce erişmişlerdi.

İddia edildiğinin aksine, aydınlanma felsefesinden esinlenen fikirler, yerli kültürlerin tahrip edilmesini meşrulaştırmıştır. Şimdilerde bilim ve teknoloji taşıyıcıları, sömürgeciliğin başlangıcındaki misyonerin yerini almış durumda. Bu arada 1960'larda azgelişmiş ülkelere dağılan "barış gönüllüleri"ni de hatırlamamak olmaz. Bugün sadece Sahra'nın güneyindeki Kara Afrika'da 80 bin "kalkınma uzmanı" görev yapıyor ve bunlara yılda 4 milyar dolar ücret ödeniyor!

Batı'nın rasyonalizmi ve bilimi bir kere egemen olunca, yüz binlerce yıldan beri birikip gelen tüm bilgiler değersizleşti. Batı burjuvazisi, egemen olabilmek için böyle bir yola başvuracaktı. Bir tek "Batı bilimi" vardı ve ifadesini "diplomalı aydın" da buluyordu. Sömürge ve yarı sömürgelerdeki "Batıcı aydınlar", sömürgeciliğin ürünü olan yerli işbirlikçi orta sınıflar, kendi halklarını ve kendi geçmişlerini suçlama yarışında Batılı efendilerini bile geride bıraktılar.

Sömürge "aydınlarının" ve işbirlikçi sınıf ve grupların bu tavrını ideolojik bir yanılsama olarak görmek yanlıştır. Maddi, sınıfsal çıkarlar söz konusuydu. Bugün olduğu gibi, her tarihsel dönemde sömürgecilik ve emperyalizmden çıkar sağlayan, varlıkları emperyalist sömürü ve bağımlılık ilişkilerine bağlı, işbirlikçi sınıflar söz konusudur.

Batı burjuva uygarlığının, sömürgecilik ve emperyalizmin ideolojik bir aracı olan "iktisat bilimi" için de durum aynıdır. Egemen batı ideolojisinin önemli yapıcı unsurlarından birini oluşturan "iktisat kuramı"na dayalı politikalar, azgelişmiş ülkelerde büyük yıkımlara neden olduğu halde, tartışmasız kabul görüyor ve üniversitelerde okutulmaya devam ediliyor. Bilimselliği ve evrenselliği eleştiri konusu olmasını engelliyor.

Bir "bilim" ve "bilimsellik" çılgınlığı zihinsel alanı bütünüyle kuşatmış durumda. Yaşlı bir kadın yüzyılların mirasına ve kendi deneylerine dayanarak, otlardan bir ilâç yaptığında, bu "kocakarı ilâcı" olarak lânetleniyor. Kapitalist bir firma, aynı otlardan aynı ilâcı ürettiğindeyse, bilimselliğin ürünü sayılıyor ve tartışmasız kabul görüyor.

Yaşlı kadının ürettiği ilâcın "lânetlenmesi", çok uluslu şirketin ürettiği ilâcın kabul görmesi, elbette kadının yaşından kaynaklanmıyor. İlacı üreten bir genç kız olsaydı da durum değişmeyecekti. Zira, kapitalist toplumda, kapitalist üretim sürecine girmeyen, amacı icar elde etmek olmayan hiç bir şey makbul değildir. Modern bilimin, bu arada iktisat biliminin ilgi alanı dışındadır. Para akımının bittiği yerde iktisadı analiz de son bulur. Kapitalist kârlılık kategorisine girmeyen hiç bir şeyin üretilmesine bu yüzden iyi gözle bakılmaz! Tek tek insanların kendi ilâçlarını üretmeleri kapitalist ilâç pazarını daraltır, kârlılığı olumsuz yönde etkiler.

Sonuçta insanların ihtiyaç duydukları ilâçların kendileri tarafından üretilmesi "bilim " aracılığıyla yasaklanır. Mukayeseli üstünlüğü olmadığı gerekçesiyle birçok azgelişmiş ülkenin en önemli gereksinmeleri olan gıda maddelerini üretmelerinin (buğday, pirinç vb) neoliberal iktisat kuramına dayanılarak yasaklanması gibi. Kapitalist firmanın ürettiği ilâçlar "bilimsellik" damgasını taşıyorlar. Bilimsellikleri bir kere tescil edilince, artık sattıkları her zehirde bir keramet bulunacaktır. İlacın verdiği şifa, biliminden menkul.

Benzer bir durum "iktisat bilimi" için de söz konusudur. Son analizde sömürgeciliği ve daha genel olarak da burjuva uygarlığını meşrulaştırmaya yarayan "iktisat bilimi" de "evrensel" sayılıyor. Zira modern Batı bilimi evrenseldir. Her toplumda ve her tarihsel dönemde de geçerlidir. Batıda (önce İngiltere'de) üretilen ve özel koşulların ürünü olan söz konusu. Bilim, artık her yere ihraç edilebilirdi. Tanımı gereği bilimdir ve tabii evrenseldir. Bilim evrensel planda geçerliyse, ona dayalı iktisat politikaları da evrensel geçerliliğe sahiptir.

Buradaki mesaj çok açık: Siz de İngilizler, Amerikalılar, Fransızlar, Almanlar vb gibi yaparsanız, onların geçtikleri yollardan geçerseniz kalkınırsınız! "Tarafsız" ve "evrensel" bilimin yarattığı ideolojik şartlanma ve kölelik o kadar köklüdür ki, kimse eskiden gidenlerin nereye vardığını, o yolların şimdilerde açık olup olmadığını vb düşünme zahmetine bile katlanmaz. Değişik bünyelere aynı ilâcı uygulamanın sonuçlarını düşünmeye yanaşmaz.

* * *

Sömürgecilik sürecinde, bilimin tarafsızlığı ve evrenselliği önemli bir koz olarak kullanıldı. Sömürgecilik de kapitalizmin gelişmesinde önemli bir rol oynadı. Oysa sosyal bilimin geçerliliği, görece bir geçerliliktir. Öte yandan bir bilim olarak ortaya çıkan iktisat kuramı, Batı burjuva kültürünün bir parçasıydı. Dolayısıyla hakim Batı burjuva kültürü ne kadar evrenselse, burjuva iktisat kuramı da aynı ölçüde "evrensel" geçerliliğe sahip olabilirdi. Burjuva ideolojisinin bir parçasını oluşturan bu bilim, tüm Dünya üniversitelerinde okutuluyor. Zira asıl evrensellik iddiasında olan burjuva uygarlığının kendisidir. Onun yapıcı unsurları da evrenseldir. Hakim Batı ideolojisinin bir parçası olan "iktisat bilimi" ve ona dayalı iktisat "politikaları" da evrenseldir.

O halde herkes evrensele ait olmalı ve ona uyum sağlamalıdır. Onun egemen kıldığı modele boyun eğmelidir. Aksi halde çağ dışı kalır. Üstelik bilim ve uygarlık düşmanı sayılıp, gericilikle suçlanmaktan da kendisini kurtaramaz. "Evrensel"e, "bilimsel"e ait olmanın koşulu, kendisinden ve kendisine ait olan her şeyden uzaklaşmaktır. Kendisine ve geçmişine ait her şey "geri, " "saçma", "bilim dışı", "kaba", "kötü" ve "değersiz"dir. Kurtuluş, Batı bilim ve teknolojisine sahip olmaktadır.

Bu amaçla kendi ayranını değil Coca Cola içmeli, kendi tütününden yapılmış sigarayı değil Marlboro'yu tüttürmeli, saçını Batılıların ürettiği modaya göre kestirip onun şampuanıyla yıkamalı, kendi beslenme kültürünün ürünü olan yemekleri değil McDonald's hamburgeri yemeli, onun ürettiği televizyon dizilerini seyretmeli, kendisi de bir gün bir televizyon dizisi yaparsa, Batı'dan gelene benzemeli (aksi halde evrenselin dışına itilmiş olur!).

Kendi müziğini dinlememek için "bilimsel gerekçeler" üretmeli, (pek para etmeyen) kendi dilinden önce, İngilizce'yi öğrenmeli, onun geliştirdiği iktisat kuramını öğrenip ona uygun iktisat politikaları benimseyip, serbest piyasa ekonomisi uygulamalı, dışa açılmalı, korumacılığı kaldırmalı, yüzelli yıldır egemen Batı ülkelerinin elinde bir sömürü aracı işlevi gören "mukayeseli üstünlükler teorisi" ne uyum sağlamalı, kendi ülkesinde ve benzer durumdaki ülkelerdeki büyük yıkımlara ve facialara fazla değer ve önem vermemeli; ama ABD'de bir çocuğun kuyuya düşüşü ve kuyudan çıkarılışıyla (buradan çocuğun akıbetine kayıtsız kaldığımız anlamı çıkarılmamalıdır) Halepçe katliamından daha fazla ilgilenmeli; sonuç olarak ne kadar kendine yabancılaşır, kimlik erozyonuna uğrar ve soysuzlaşırsa o denli "çağdaş olur" ve "evrenselin bir parçası" durumuna gelebilir!

Sürekli kimlik erozyonuna uğrayan bir ulusal sosyal formasyon, kendi yolunu bulup, kendi ayakları üstünde durabilir, toplumsal sürece egemen olabilir mi? Kendi özgünlüğünü ifade edemeyen bir toplum, evrensel değerleri yakalayabilir ve ona katkıda bulunabilir mi?

Şüphesiz böyle bir toplumun küçük bir kesiti Batı'ya benzeyebilir (ve benzeyebiliyor); ama bağımsız ve çağdaş olamaz. Çünkü kendisi hakkında düşünme ve geleceğini tasarlayabilme yeteneğine artık sahip değildir.

Oysa sosyal bilimin evrenselliği ve teknolojinin tarafsızlığı da Batılılarca uydurulmuş bir efsaneydi. Bir kere bilim evrensel kültürle özdeş sayılınca (egemen yaklaşım öyledir), bir toplumun da bilimsel yolda olabilmesi için, evrensel kültüre sahip çıkması gerekir. Evrensel denilen kültür de hakim Batı burjuva kültürüdür.

"Kalkınma" kavramı, 1940'larda ortaya atıldı. Kavram yeni olmakla birlikte, sömürgeciliğin başlangıcından beri geçerli zihniyeti ve benzer içerikleri çağrıştırıyordu. Kalkınmışlığın karşıtı kalkınmamışlıktı. Gelişmişler ve azgelişmişler vardı. Azgelişmişler de gelişmişler gibi olmalıydı. Aslında söz konusu olan dinsizin (paien) Hıristiyanlaştırılması, vahşinin uygarlaştırılması, Batılı olmayanın Batılılaştırılması, problematiğinin yeni koşullardaki devamından başka bir şey değildi.

Eskiden uygarlaşmak, batılılaşmak isteyenler ve bunun olanaklılığına ve gerekliliğine inandırılmış olanlar, şimdilerde de kalkınacaklarına inandırılmış durumdadırlar. Bütün bu döneme egemen olan yaklaşım, ikincilerin ne olduğuna ve nasıl olmaları gerektiğine birincilerin (uygar, kalkınmış, ileri olanlar) karar veriyor olmasıdır. Üstelik bu durum beşyüz yıldır (1492'den beri) devam ediyor.

* * *

Başlangıçta kurtuluş Hıristiyanlaşmaktaydı. Daha sonra modernleşmekte, batılılaşmakta, şimdilerde de kalkınmadadır. Çağ atlama, çağı yakalama, 21. yüzyılı yakalama vb gibi yenileri de üretilmeye devam ediliyor. Batılılar kendi dışındakileri her zaman "geri" olarak gördüler ve onları değişip kendilerine benzemeleri gerektiğine de inandırdılar veya inanmaya zorladılar.

Fakat çelişik olan bir durumu da aşmaları gerekiyordu. Doğalarından kaynaklanan bir gerilige mahkûm olan bu halklar, kendiliklerinden batılılaşmazlar, kalkınamazlar ve Batılıya benzeyemezlerdi. O halde bu işi sömürgecilik, Batı'dan ihraç edilen mallar, sermaye, teknoloji, bilim, silâhlar vb gerçekleştirebilirdi. Şimdilerde azgelişmiş ülkelerin işbirlikçi oligarşileri ve yozlaşmış yöneticileri, yabancı sermayenin gelip ülkelerini kalkındıracağından hiç şüphe etmiyorlar.

Ünlü İngiliz filozofu John Locke; "Orada (Amerika'da) geniş ve hareketli bir ülkenin kralı, Ingiltere' deki bir gündelikçi işçiden daha kötü evde oturur ve daha kötü giyinir, " diyor. Dikkat edilirse giyim ve barınak açısından Amerikalı kral, İngiliz gündelikçiden daha kötü durumda! O halde kralın önce sıradan bir İngiliz gündelikçisi durumuna getirilmesi gerekiyor. Şimdilerde bunun adı, kişi başına düşen GSMH'dir.

Azgelişmiş ülkelerin insanları da ortalama bir Amerikalınınkine eşit GSMH düzeyine ulaşınca kalkınma gerçekleşecek! Nihaî amacı üretim için üretim olan, değişim değerinin kullanım değerinin yerine geçtiği kapitalist üretim tarzı, sürekli eşitsizlikler ve dengesizlikler üretip, bunu derinleştirmek durumunda. Zira üretimin amacı "ihtiyaçların tatmin edilmesi değil…", kör bir prodüktivizm'dir. Başka bir ifade ile, daha çok artıdeğer; dolayısıyla kârdır.

Azgelişmiş ülkeler, GSMH'larını artırarak gelişmişler gibi olacak! Tank, oyuncak ve gazoz üretimini on kat artıran bir ülke aynı oranda yüksek GSMH'ye sahip olur. Söz konusu kritere göre de, kişi başına gelir aynı oranda artmış sayılır (aritmetik ortalama). Söz konusu ülkenin böyle bir büyümeyi ne pahasına elde ettiği dikkate alınmaz. Bu anlamda millî gelir hesapları neyin üretildiği, ne pahasına üretildiği, üretimin ekolojik ve sosyal maliyeti ile ilgili değildir.

Oysa söz konusu GSMH artışı, yenilenemez doğal kaynakların tahribi ve gelecek kuşakların yaşamını tehlikeye atarak gerçekleştirilmiş olabilir! Sahip olduğu ormanları hızla kesip, ihraç eden ve orman ürünleri üretimini ve ihracatını elli kat artıran bir ülkenin kişi başına geliri de o oranda yükselir. Ormanlar kesilip bittikten sonra, toprak erozyonu, çölleşme ve kuraklık ülkeyi sardığında ve ülke yaşanamaz hale geldiğinde, söz konusu büyümenin ne ifade ettiği anlaşılsa da, artık bir anlam ifade etmeyecektir.

30 milyon nüfuslu bir ülkenin toplam nüfusu, onbeşer milyonluk iki metropolde toplandığında (ki kapitalist süreç böyle bir eğilim içermektedir), kentin bir ucunda oturup diğer ucunda çalışan, her gün 100 km. yol kateden ve işe gidip gelmek için dört saatini harcayan ve çok sayıda ulaşım aracı kullanan kişi, kullandığı ulaşım araçları nedeniyle "gelir yaratır" ve bu gelir de GSMH'yı yükseltir. Bu arada çevre kirlenmesi, kazalar, gürültü vs de ortaya çıkar; ama GSMH bakımından bunun önemi yoktur. Oysa aynı kişi orta büyüklükte bir kentte yaşasaydı, her gün dört saatini yollarda harcamasaydı, işine yürüyerek gitseydi enerji israfı, çevre kirlenmesi, yorgunluk ve psikolojik sorunlardan uzak kalırdı; ama GSMH ve kişi başına düşen ulusal gelir de aynı oranda düşük olurdu.

Böylesi bir durumda "zengin" olmayı mı, yoksa "yoksul" olmayı mı yeğlerdiniz?

İktisat bilimi bu sorunlarla ilgili olmadığı için, ekolojik hareketin haklı eleştirilerine maruz kalıyor. Ekolojik sınırlar dikkate alınmadığı zaman bile, azgelişmiş ülkelerin gelişmiş ülkeler gibi olabilmeleri olanaksızdır. Böylesi bir şey, hiyerarşik kapitalist dünya sisteminin yapısına, mantığına ve işleyişine ters düşer. II. Dünya Savaşı sonrasının oldukça uzun genişleme (refah) döneminde bile, gelişmiş ve azgelişmiş ülkeler arasındaki "zenginlik farkı" hızla açıldı. 1980 sonrasındaysa durum, vahim bir hal aldı.

Bugün iki milyardan fazla insan (dünya nüfusunun %48'i), yaşayabilmek için dünya gelirinin %13'ünden azına sahip. Oysa 1950-1980 döneminde yüksek oranlı bir ekonomik büyüme söz konusuydu. 1980 sonrasında azgelişmişlerin durumu daha da kötüleşti. Kırktan fazla ülke 1990'da, 1980 gelir düzeyinin de altına düştü. Oysa bugün 1950'dekinin yedi katı üretim düzeyine ulaşılmış durumda.

Dünya Bankası rakamlarına göre, söz konusu dönemde azgelişmiş ülkeler sanayileşmiş ülkelerden daha yüksek oranda GSMH artışı gerçekleştirdikleri halde, kişi başına gelir artışı yılda ortalama 7 dolar, sanayileşmiş ülkelerde ise 270 dolar olarak gerçekleşti. Bilindiği gibi büyümenin niteliği de önemlidir. Büyümenin niteliği dikkate alınmadığı durumda bile, azgelişmiş ülkeler kişi başına yıllık 7 dolar artışla "gelişmiş" ülkeleri nasıl yakalayabilirler?

Ne ki, yukarıda verilen rakam da aritmetik ortalamadır. Zira, aynı dönemde dünyanın en yoksul 500 milyonunun kişi başına geliri sadece 73 cent arttı.

(…) Mc Goman ve Kordan'ın tahminlerine göre iki yüzyıl önce yoksullarla zenginler arasındaki zenginlik farkı, bire birbuçuk (1/1, 5) iken, bu oran 1960'da bire yirmiye (1/ 20), 1980'de de bire kırkaltıya (1/46) yükseldi. 1980 sonrasında farkın daha hızlı açıldığını söylemeye bile gerek yok.

Yine Dünya Bankası rakamlarına göre, en yoksul ülkeler 1978'de dünya gelirinin %5.6'sına sahipken, bu oran 1984'de %4.56'ya gerilemiştir.

Azgelişmiş ülkelerin gelişmişler gibi "olabilmeleri" ekolojik bakımdan da olanaksızdır. İktisat bilimi, üretimin sınırsız büyüyebileceği postulasına dayanır. Ünlü Fransız iktisatçısı "Jean-Baptiste Say", "Cours d'Economie politique Pratiques…", 1828-1830 adlı eserinde, "doğal zenginlikler, tükenmezdirler, ne çoğaltılabilirler ne de tükenirler, bu yüzden ekonomi biliminin konusu değildirler, " diye yazıyordu. Condorcet de, daha 1770'lerde; "insan düşüncesi ne kendi sınırlarına ne de doğanın engellerine takılmadan sürekli ilerleyecek, " diyordu.

Geçerli yaklaşımda asıl amaç üretimin artması ve sosyal artığın büyümesidir. Onca öğünülen ve hayranlık uyandıran burjuva uygarlığının "başarısı" aslında biyosferin üç milyar yılda biriktirdiği "sermayenin" aşırı israfıyla mümkün olmuştur. Bugün bu süreç hızla devam etmektedir.

Ne ki, teknikçi burjuva uygarlığının şımarıklığının ve aşırılıklarının bedeli, sadece "yoksullar" tarafından ödenmekle kalmayacak; bir bütün olarak insanlığın (gezegenin) geleceği tehdit altında bulunuyor. Zira amacı üretim ve anlamsız bir prodüktivizm olan, ekolojik ve insanî boyutu dikkate almayan, neoliberal iktisat kuramınca da meşrulaştırılan bugünkü eğilimler ve süreçler, hızla gezegeni yaşanmaz duruma getiriyor.

Azgelişmiş denilen ülkeler de dünyanın ayrıcalıklıları kadar üretip, onlar kadar tüketmeye, onlar kadar yokedip onlar kadar kirletmeye kalkarlarsa durum ne olur?" Dünyanın lânetlileri" de, ortalama bir Amerikalı kadar tüketmeye başlarlarsa nasıl bir tablo ortaya çıkar?

Bugün dünya nüfusunun yaklaşık %20'sini oluşturan ayrıcalıklılar (sanayileşmiş ülkeler) dünya kaynaklarının yaklaşık %80'ini kullanıyorlar.

1987'de dünya nüfusunun beşte birinden azını oluşturan (747 milyon kişi) OECD ülkeleri, kişi başına 6573 kilo petrole eşit enerji tüketiyordu. (…) Ortalama bir Amerikalı bir Bengladeşli'den 440 kat, Etyopyalı'dan da 600 kat fazla enerji tüketiyor.

700 milyon insan yeterli beslenemez durumda. Bu insanların yeterli beslenebilmeleri için, 40 milyon ton hububat yeterliyken, zengin ülkelerde hayvanları beslemek için her yıl 540 milyon ton hububat harcanıyor!

Amerikalılar zayıflamak için her yıl beş milyar dolar harcıyorlar.

1.9 milyar insan, sağlığa uygun içme ve kullanma suyundan mahrum.

1988'de dünyada silâhlanma amacıyla kişi başına 200 dolar harcandı. Eğer her çocuk için sadece 5 dolar harcansaydı, 14 milyon çocuğun sıradan bulaşıcı hastalıklardan ölmesi önlenebilecekti.

Bugün dünyada okuma yazma bilmeyen 880 milyon insan var!

Dünya insanlarının ezici çoğunluğu kapitalist gelişmenin ortaya çıkardığı yoksulluk ve sefaletle boğuşurken, "çağdaş Romalılar" refah içinde ve demokratik bir ortamda yaşıyorlarsa (aslında söz konusu sosyal formasyonlar gerçek anlamda demokratik toplumlar değil, liberal oligarşilerdir) bu, "dünyanın lânetlileri" refahlarına ortak olmadığı içindir.

Dünya nüfusunun yaklaşık dörtle üçünü oluşturan "yoksullar" bugünkü üretim ve tüketim düzeyindeyken bile gezegen, üzerinde yaşanamaz hale gelmiş durumda. Hızla bozulmaya da devam ediyor. Sera etkisi, ozon tabakasının zayıflaması, hayvan ve bitki türlerinin yok olması, denizlerin, göllerin, ırmakların ve içme sularının kirlenmesi, ormanların hızlı tahribi (yangınlar) ve kesim yüzünden ve fosil yakıtların çıkardığı karbon gazlarının neden olduğu sera etkisi ve ısınma, asit yağmuru, nükleer tehlike ve nükleer kirlenme, suları giderek azalan büyük nehirler (Nil, Missisipi, Ganj, Sarı Irmak vb), sanayi artıklarının neden olduğu kirlilik, zehirli artıklar, aşırı kullanılan toprakların çoraklaşıp verimsizleşmesi, (her yıl 6 milyon hektar verimli arazi çölleşiyor ve 11 milyon hektar orman yok oluyor), atmosferin ısınması, yaşam kalitesinin bozulması, yabancılaşmanın dayanılmaz sınırları zorlaması, aşağılanan azınlık kültürlerinin hızla tahrip edilmesi vb şimdiden insanlığın geleceğini tehdit ediyor.

Dünya nüfusunun %5'ini oluşturan ABD, dünya gıda üretiminin %35'ini ve dünya enerji üretiminin de %60'ını tüketiyor.

Bütün azgelişmiş ülkelerin, ABD'nin düzeyine değilse bile, görece daha az gelişmiş bir Avrupa ülkesinin üretim ve tüketim düzeyine ulaştığında, yaratacağı sorunları hayal etmek bile bir kâbus olurdu.

Bütün Çinlilerin birer otomobile sahip olmaları halinde, bunun kaynaklar üzerindeki baskısı ve yaratacağı çevre kirlenmesini düşünmek bile ürperticidir. Yenilenemez doğal kaynakları hızla tüketen, çevreyi kirleten, gezegeni yaşanmaz hale getiren, ekolojik sınırlar söz konusu olmadığında bile aşırı yoksulluk ve sefalet üreten, Batı burjuva uygarlığına dahil olmayı, ona benzemeyi, "Batılılaşmayı", "çağdaşlaşmayı", "kalkınmayı", "çağ atlamayı", "bilgi çağını yakalamayı", onlar kadar üretip onlar kadar tüketmeyi, kirletmeyi, yok etmeyi amaçlamalı mıyız?

Bu olanaklı ve arzulanır bir şey midir? Dünyanın geri kalan bölümünde de tarımsal üretim için ABD'deki yöntemler (ileri teknoloji) uygulansaydı, dünyada üretilen enerjinin tamamının sadece gıda üretiminde harcanılması gerekecektir ki, böyle bir şey olanaksızdır. 1970'de ABD'de bir kalorilik besin maddesi üretmek için 9.6 kalorilik fosil kalori harcanıyordu.

İşte dillere destan tarımsal verimlilik artışının sırrı.

İktisat Bilimi: Geçerli Eğilimleri Meşrulaştırma Aracı

İktisat biliminin azgelişmişlik ve kalkınma sorunlarıyla ilgilenmesi için "biçimsel bağımsızlıkların" ortaya çıkması gerekti. Neoklasik iktisat kuramının bir alt dalı olarak II.Savaş sonrasında ortaya çıkan "kalkınma iktisadı", kendisini doğuranın zaaflarını doğal olarak taşıyordu. Amaç, yeni bağımsızlığa kavuşan ülke yöneticilerine "akıl vermekti".

* * *

Siyasal planda "bağımsızlaşsalar" da "genç uluslar", ekonomik, sosyal ve kültürel planda ulusallığı gerçekleştiremediler. Dolayısıyla ulusal bir ekonomi de söz konusu olamazdı. Kullandığı teknolojiyi üretemeyen, Batı tipi tüketim modeline uyum sağlamayı temel amaç sayan, ithal ettiği teknolojiyle emperyalist metropollerin ihtiyacı olan malları üretip ihraç eden, ekonominin değişik sektörleri arasında eklemlenmenin (articulation) bulunmadığı bir ülkede, ulusal ekonomiden değil, yeni sömürge ekonomisinden bahsetmek gerçeğe daha uygun düşer.

Liberal öğretiye dayalı "kalkınma iktisadı", büyümeyle kalkınmayı özdeş sayar. Oysa büyüme eşittir kalkınma yaklaşımı inandırıcı değildir. Hızlı büyüme (GSMH artışı), geniş toplum kesimlerinin yoksullaşmasıyla atbaşı gidebilir. Bölgesel ve sosyal dengesizlikleri derinleştirebilir, ekolojik sorunlar ortaya çıkarabilir. Genel olarak geçerli olan bu durum, iç bütünlüğü ve tutarlılığı olmayan yeni sömürge statüsündeki azgelişmiş ülkeler için daha da geçerlidir. Kişi başına millî gelir (aritmetik ortalamadır), bir ekonominin yapısını ve ülkede yaşayanların refah düzeyini yansıtmaz.

* * *

Bir kere neoklasik teorik yaklaşımlar, azgelişmiş ülkelerin geriliğini, bu sosyal formasyonların kendi ekonomik, sosyal ve politik geriliğinin sonucu olduğu görüşüne dayandırınca ve dış sömürü, bağımlılık, biçimsizleşme, kimliksizleşme, üretici temelin zaafa uğratılması gibi nedenler analizin dışına atılınca, dış destek, dış yardım, yabancı sermayeyle kalkınabilecekleri görüşü haklılık kazandı.

Böyle bir yaklaşım geçerli olunca, bir ülkenin kalkınabilmesi gelişmişlere benzemek, onlardan sermaye, teknoloji, bilim, değer yargıları vb ithal etmekle mümkün olabilirdi! Böyle bir sürecin devam ettirilmesi ise, artık giderek içselleşmiş sömürü ve bağımlılık ilişkilerinin, son analizde de azgelişmişliğin derinleşmesi anlamına gelirdi.

Bu nedenle azgelişmiş ülkeler, Ali Mazrui'nin yazdığı gibi "Batılılaştılar", ama "Çağdaşlaşamadılar".

Batı tüketim ve davranış kalıplarını daha çok benimsemek hem genelleştirilmesi zor bir şeydir, hem de bu yolla azgelişmiş bir ülkenin kalkınıp gerçek anlamda çağdaş olması mümkün değildir.

Nitekim söz konusu sürecin sonucunda küçük bir azınlık, emperyalist ülkelerdeki orta sınıfları bile kıskandıracak maddî zenginliğe kavuşurken, geniş toplum kesimleri marjinalleşti. Toplumsal dengesizlikler daha da derinleşti. Toplumu oluşturan bağlar güçlenecek yerde zayıfladı. Bağımlılık, yaşamın tüm boyutlarını daha çok etkiler oldu.

* * *

İnsanlığın ezici çoğunluğu için bir sömürü ve baskı aracı durumundaki modern bilim ve teknolojinin prestijinin sürekli artması ilginçtir. Yenilenemez doğal kaynakları hızla yok ederek, insanlığın ve tüm canlıların varlığını ve geleceğini tehdit eden bilimsel ve teknolojik ilerlemeye dayalı burjuva uygarlığı neden hâlâ hayranlık uyandırabiliyor?

Sömürü ve baskının bir aracı olan bilim ve teknoloji, hem emperyalist Batı'ya dünyanın zenginliğine el koyma olanağı verdiği için Batılılarca itiraz edilmiyor, hem de azgelişmiş ülkelerdeki işbirlikçi oligarşiler ve onların çevresi sömürüden pay alabiliyorlar. Aldıkları bu pay karşılığında kendi halklarına zulmederek, baskı ve devlet terörünü sürekli gündemde tutarak, eski sömürgeci yöneticilerin uyguladıkları baskıyı bile geride bırakıyorlar. Üstelik bunu "ulusallık", "ulusal çıkar", "ulusal güvenlik", "birlik beraberlik" gibi kavramların gerisine gizlenerek yapıyorlar.

Bu anlamda bir düşünürün dediği gibi; "halkların kendi kaderlerini tayin hakkı, bu ülkeleri yöneten oligarşilerin kendi halklarını boğazlama hakkına dönüşmüş bulunuyor."

* * *

Uluslararası planda rekabetçi olmayan hiç bir şeyin üretilmesi söz konusu değildir. Her şeyi uluslararası pazar mekanizmaları belirliyor. Belirli sınırlar içinde azgelişmiş ülkelerin yoksulluğu, sanayileşmiş ülkelerin zenginliğinden kaynaklanıyor. Zaten azgelişmişlik olgusu, bu ülkelerin kapitalizmin etkisi altına girmelerinin sonucunda ortaya çıkmış bir süreçtir.

Batılılar beşyüz yıldır, Dünyanın geri kalan bölümünü sonu olmayan bir yolda ilerlemeye zorladılar. Misyonerlerin ve sömürgeci yöneticilerin yerini şimdilerde "bilim adamları" almış durumda.

* * *

Batı'dan ithal edilen iktisat kuramının, Türkiye'nin (ve benzer durumdaki ülkelerin) gerçeğini ne açıklama yeteneği vardır, ne de öyle bir isteğe sahiptir. SÖz konusu kurama dayalı politikalar da azgelişmişliği yeniden üretmeye yarar. Bu nedenle, Batı'dan ithal edilen ve asıl işlevi ideolojik olan, ama bilimsellik görüntüsü altında yerli ve uluslararası sermayenin çıkarlarını gerçekleştirmek gibi bir misyonu olan söz konusu öğretinin, katıksız bir eleştirisini yapmamız gerekiyor.

Nitekim, Türkçe sözlü hafif müzik ne kadar bize aitse, Türkçe sözlü iktisat kuramı da o kadar bize aittir.

Son yıllarda Batılılar başarılı öğrencileriyle övünüyorlar ve tüm azgelişmiş ülkeleri mevcut uluslararası güç dengeleri ve ilişkiler ortamında kalkınabileceklerine inandırmak için, "Yeni Sanayi Ülkeleri" ya da"Asya'nın 4 Kaplanı" denilen Hong Kong, Singapur, Tayvan ve G.Kore'yi örnek gösteriyorlar.

Bu ülkeler diğerleri için örnek oluşturamazlar: Bilindiği gibi, söz konusu ülkelerin başarısı ihracata dayanıyor. Gerisinde de çok uluslu şirketler var. Çokuluslu şirketlerin bu bölgede yogunlaşmasının da özel nedenleri vardı. Zaten bunlardan ikisi şehir-devlettir, diğer ikisi ise özel koşullarda dışa açılma stratejisi uyguladılar.

Burada, söz konusu başarının anlamı, ne pahasına ve nasıl gerçekleştiğinin tahliline girmeyeceğiz. Sadece iki hatırlatma yapmak yeterlidir. Bu ülkelerde (Güney Kore ve Tayvan) askeri diktatörlükler geçerliydi. Güney Kore'de 1987'de bile haftalık çalışma süresi 53 saatti. İşçi sendikaları pratikte mevcut değildi, iş kazalarında Dünyada ilk sıralarda yer alıyordu. Ucuz işçi cennetiydi. 1987'de 48 milyar dolar dış borcu vardı. Tayvan'daysa, sıkıyönetim 1987'de son buldu. 1987 öncesi 38 yıl boyunca sıkıyönetimle "idare edildi."

Fakat asıl önemli olan yukarıda söylenenler değildir. Korumacılığın ve tarife dışı sınırlamaların söz konusu olduğu bir dünyada, tüm azgelişmiş ülkelerin "yeni sanayi ülkeleri" kadar ihracat yapmaları olanaklı mıdır?

IMF rakamlarına göre, 1987'de Güney Kore kişi başına 1.120 dolar, Hong Kong 8.650 dolar, Singapur da 11.000 dolar değerinde ihracat yaptı. Eğer 171 milyon nüfuslu Endonezya da kişi başına Singapur düzeyinde ihracat yapsaydı, bu tüm Dünya ihracatının %75'ine eşit olurdu. Dünyanın en büyük ihracatçılarından F.Almanya'nın bile dünya ticaretinde sadece %12'lik bir paya sahip olduğu düşünülürse, "Asya'nın 4 Kaplanı"nın ihracat başarısının diğerleri için bir örnek oluşturmasının olanaksızlığı anlaşılır.

Son dönemde, bilimsel yarışın dışında kalırsak sonumuzun kötü olacağına ilişkin bir "korku" yayılıyor. Bireysel düzeyde "köşe dönme" ideolojisinin ulusal planda bir benzeri uydurulmuş durumda. Bu, "bilgi çağını yakalamak", "21. yüzyıla atlamak" vb biçimde ifade ediliyor. Bu yakalama operasyonuyla söylenmek istenen, "10 yıl sonra dünyanın zenginliğine ortak olacagımız!", "son bir zor on yılımızın kaldığı" gibi hezeyanları ve kuruntuları çağrıştırıyor.

Aslında 200 yıldır anlatılan hep aynı masal. "Her söz her ağıza yakışmaz." denir. Bugünkü yöneticilere zaten bilimsel kaygılar pek yakışmıyor. Asla öyle bir amaçları olmadığı da kesin. Bugüne kadar çağı yakalamak, modern mallara, Batı'nın ürettiği mallara sahip olmak olarak anlaşıldı. Bu anlamda çağı yakaladığımız doğrudur. Modern mallarsa, "bizim yarın ihtiyacımız olan değil, dün Batı'nın ürettiğidir!"

Eğer çağdaşlık Batı teknolojisinin ve biliminin ürünlerine sahip olmaksa, toplumun tüm kesimlerinin bu anlamda "çağdaş" olması olanaksızdır. Eğer modern bilim ve teknolojiye sahip olmaksa, bu da saçmadır. Nitekim, liberal (kapitalist) ve bürokratik (sosyalist) oligarşilerin çıkarına üretilen ve amacı daha fazla sosyal artık olan bir sistemde modern bilim ve teknoloji, insanlığın geleceğini tehlikeye atmış durumdadır.

* * *

Bize göre "çağdaş toplum"; kimyasal-biyolojik silâhlara, F16'lara, nükleer füzelere, otoyollara, uzaktan kumanda aletine, Coca Cola'ya, robotlara vb sahip olan değil; kendisi hakkında düşünme yeteneğine sahip olan, bugününü ve geleceğini tasarlayabilen toplumdur. Bunun da birinci koşulu Avrupamerkezli Dünya görüşünün, bilim ve teknolojinin işlevi hakkında düşünce açıklığına ulaşmaktır. Başka bir anlatımla, ideolojik köleliği aşmaktır. Bunu gerçekleştirmenin yolu da, bilimin pasif tüketicisi olmaktan çıkıp, bilim üreticisi durumuna gelmektir. Ama Batı'da yapılandan farklı biçimde ve farklı amaçlar için.

Kapitalist süreçlerin sürekli yeni sorunlar ortaya çıkardığı, çözümsüzlüğün de giderek büyüdüğü koşullarda, toplumda iki yönde tepki ortaya çıkıyor: Bunlardan birincisi geçmişin yüceltilmesi, "altın çağa dönme", "şanlı geçmişe sığınma" vb'dir; ikincisi de Batı'yı yakalayacağımız ve yakalamamız gerektiği yönündeki saçma inançtır. Bunlardan birincisi çoğunlukla dinci gurupların, ırkçı, şoven, aşırı milliyetçi unsurların kültür milliyetçiliğini yüceltmeleri biçiminde ortaya çıkıyor.

Nedense, kültür milliyetçiliğini yüceltenler, emperyalist sömürüden hiç söz etmiyorlar! Pazar ekonomisinin erdemleri konusunda da suskunlar! Kültür milliyetçiliğinin yüceltilmesi, bir şeyi olmadığı yerde aramaktır. Zira tarihte geriye dönüş yoktur. Üstelik arzulanan bir şey de olmamalıdır.

Bugünün sorunlarını, düne ait yöntemlerle çözmek mümkün olmadığı gibi, elli yaşındaki adama sekiz yaşındaki çocuğun elbisesini giydirmek de mümkün değildir. Son tahlilde kültür milliyetçiliği, mevcut tezahürleriyle emperyalizmin ve yerli oligarşinin ekmegine yağ sürmek gibi bir işleve sahiptir.

İkincilere gelince, bunlar da dillerine neyi dolarlarsa dolasınlar. Ülke zenginliğine el koyan, emperyalist sömürüden pay alan Batıcı azınlık ve çevresidir. Batı bilim ve teknolojisine hayrandırlar. Zira ondan çıkar sağlıyorlar ve ürünlerine sahiptirler. Bu yüzden, "Batı'dan gelen her şey iyidir" sloganına sıkı sıkıya sarılırlar. Bu koşullarda Batı gibi olma problematiğini terk etmek, olanaklar ölçüsünde de Batı'yı "başka türlü olmaya" zorlamak gerekiyor.

Artık insanlığın geleceğini temsil etme "ayrıcalığının" Batı'nın elinden alınması gerekiyor. Eger homo sapiens gerçekten adına lâyık olduğunu kanıtlamaya niyetliyse; öncelikle insanlığı hızla felâkete sürükleyen bilim ve teknolojiyi "ayrıcalıklıların" elinden alarak, yeniden biçimlendirmesi ve yönlendirmesi gerekiyor. Bilim ve teknoloji düşmanlığı kadar, aşırı bilim ve teknoloji hayranlığının ve fetişizminin de tehlikeli olabileceğinin bilincine varmak ve bu yönde harekete geçmek gerekiyor.

Herhangi bir yere termik santral mı kurulması, yoksa fidanlık mı yapılmasına yöre halkı değil de "uzmanlar" ve "bilim adamları" karar verdiği sürece, bilim ve teknolojinin bir baskı ve sömürü aracı olarak kullanılmasının önüne geçilemez. Ne ki, sanayileşmiş ülkelerde liberal, azgelişmiş ülkelerde de işbirlikçi oligarşilerin iktidarına son verilmedikçe çözümsüzlük devam etmek durumundadır.

Yorumlar

Bu ülkede, kelimenin gerçek anlamıyla "aydın" insanların da olduğunu, onur ve birikimin, zekâ ve haysiyetin, pekalâ birlikte varolabileceğini kanıtlayan nadir insanlardandır benim gözümde Fikret Başkaya…

Onunla tanışmam, bir öğrenci evinin pek rağbet gösterilmeyen kitaplığında olmuştu, Paradigmanın İflası sayesinde! Tabular yıkılıyordu işte, birisi çıkmış ve kemalizmin, CHP kafasının, vatan kahramanı bildiğimiz tüm o yarı tanrıların putlarını yıkıyordu! Kitabı okuduktan sonra yaptığım ilk şey, Fikret Hoca'nın tüm eserlerini edinmeye çalışmak oldu ve takip eden 6 ay içerisinde, 15-16 kitaplık, gözüm gibi baktığım ama mümkün olduğunca fazla arkadaşımla paylaşmaya özen gösterdiğim bir külliyatım olmuştu.

Fikret Hoca'ya sonsuz hürmetler, saygılar sunuyorum, kendisi bu ülkede onurun ve erdemin sarsılmaz temsilcilerindendir…

Sidar Dağlı - 17 Mayıs 2007

Düşünüp de dile getiremediklerimi Fikret Hoca'nın yazılarında görünce.

Evet işte bu dedim kendime.

Zihnimi açacak, bize çizilen yolun dışına çıkartabilecek, başka yollarında olabileceğini gösterecek insanı nihayet buldum demenin sevincini yaşıyorum.

Fırat Çatal - 28 Mayıs 2007 (12:02)

Kurtuluş Savaşını ve "kemalizmi, yarı tanrılaşmış kahramanları" burunlarını kıvırarak küçümseyenler:

Bir kere de çözüm önerin! Ne olmalıydı da ne yapıldı?

Savaşmasalar mıydı? Belki de Damat Ferit haklıydı ha!

İdil Ateş - 5 Haziran 2007 (18:23)

İdil Hanım, Fikret Başkaya'nın bu kitabını okumanızı size hararetle öneririm. "Ne olmalıydı ve ne yapıldı?" sorusunu ayrıntılarıyla irdeliyor.

Bu kitabından dolayı iki kez hapiste yatan yazar, tezlerini yine de ısrarla savunuyorsa, hiç değilse onun entellektüel cesaretine hürmeten okunabilir yazdıkları. Korkmayın, zehirlenmezsiniz.

"Kurtuluş Savaşı" ya da "Milli Mücadele" ya da her neyse adı, belki farklı bir boyutu daha vardır. Kim bilir, belki de bize ders kitaplarında ezberletilenlerden farklı bir şeyler daha olmuştur geçmişte de biz bilmiyoruzdur şimdilik. Anlamaya çalışmaktan kimseye zarar zeval gelmez. En fazla ezberimiz bozulur, aslında her şeyin o kadar da siyah-beyaz olmadığını fark ederiz, ufkumuz açılır.

Haa, bu arada, bu kitap Damat Ferit'i savunmuyor.

Cemal Mahir - 9 Haziran 2007 (10:47)

Fikret Hoca'nın kitabını okuduktan sonra Türkiye'de entellektüel diyebileceğimiz insanların olduğunu fark ettim. Günlerce etkisinde kaldım. Türkiye'de bu kitabı herkes okursa bu ülkede çoğu şeyler değişeceğinden eminim. Ne olursunuz bu kitabı okuyun.

Bargıran - 24 Ağustos 2007 (11:06)

Aslında bu kitabı okumadan önce çok farklı düşünüyordum ama sürekli kafamda soru işaretleri yanıp duruyordu bu böyle mi değilmi diye. Az buçuk işin içinde farklı nedenlerin yattığını tahmin ediyordum neticesinde. Bi fikrim yoktu sürekli bi araştırma içerisindeydim ve istediğim bilgilere ulaşamıyordum.

Zaten kim cesaret edebilir ki Türkiye'de gerçekleri yazmaya?

Ve çok sevdiğim birinin tavsiyesiyle bu kitabı aldım ve okudum ve kafamdaki bütün soru işaretleri bir cevap buldum tam anlamıyla. Bu kitap beni rahatlattı. Hislerimde haklı olduğumu anladım.

Şimdi üniversitede içimde sakladığım uzun zamandır içimde biriktirdiğim şeyleri rahatça artık söylüyorum. Ama her seferinde hocamı kızdırıyorum. Daha fazla dayanamayıp herkese tavsiye ettiğim gibi hocama da bu kitabı önericem. Oyunların içerisinde onlarca oyunun oynandığı şu memlekette herkesin bu kitabı alıp okuması gerektiğini düşünüyorum.

Teşekkürler Fikret Hoca!

Murat Kaya - 30 Ekim 2007 (21:37)

Kemalizm'in tanrılarını yerle bir eden bir kitap. Kemalizm'i halkçı ilerici, emek yanlısı, bilimsel görenlere verilebilecek en iyi yanıtlardan. Zaten bu kitap gerçekleri tüm çıplaklığıyla ortaya koymasa yazarını hapishaneye düşürmezdi.

Aşkar - 3 Aralık 2007 (21:28)

Lütfen bu kitabı okuyun. Çocuklarıma putlardan arınmış bir ülke bırakmak istiyorum. Fikret Hoca'nın bu kitabını okuduğumda bu ülkede yalnız olmadığımı anladım.

Okan Arıkan - 30 Aralık 2007 (10:44)

Hangi putlardan? Sırf iktidar nimetlerinden yararlanmak için bu milletin düşmanları ile el ele kol kola, kendi değerleri ile savaşan, gemicik sahiplerine nefesi kesilen, mısır ve yumurta akıtanları görmeyen, papa putunun altında batıya teslim olanlardan söz etmeyen anti putçu ya bunlar kimin PUTU?

Mete Savtekin - 31 Ocak 2008 (01:59)

Aslında, putların bi işe yaramadığını kızılderililerin düştüğü halden anlayabiliriz diyeceğim ama, bu sözlerimle, başka bir putu arkaladığım zannedilecek. Hayır, ben Giyom Tell gibi düşünüyorum. Başkalarının yarattığı puta boyun eğmek istemiyorum sadece. Hem de hiç bir şey karşılığında…

Put, akıllı insanların diğerlerini sürü haline getirmesinin bir aracıdır diyorum. Bu put, bir şahıs da olabilir, zenginlik umudu da olabilir. Konsept neyse put da ona göre seçilir. Bir bakalım, bu putlara tapmak bize ne kazandırıyor? Özgürlük mü, ihale mi, kolayca üst derece iş mi, yoksa bedava yaz kampları mı? Yoksa iktidar yolu mu?

Putu yontup önümüze koyanlardan size bize bir şey kalır mı dersiniz?

Ali Sedat Çetinkoz - 1 Şubat 2008 (14:21)

Kızılderilileri bu hallere putları düşürdü ise, Turabi'yi kim düşürdü? Demek ki putun Mont Pelerin'in putu kadar güçlü olmalı! Put güdümün asası ise, asa kimin ne fark eder ki? Put bence Soros'a eğilen ruhların bedenidir.

Mete Savtekin - 1 Şubat 2008 (17:34)

Aslına bakarsanız ben kitabı daha okumadım, ama kitabı okuyanların verdiği bilgiler ve kitapla ilgili bir kaç nüshaya göz attığımda çok müthiş bir iddia ile karşı karşıya olduğumu fark ettim. Kendimi kitabı okumaya hazırlıyorum, yani Fikret Hoca'nın fikri hakkında bilgi ediniyor ve hayat hikâyesini araştırıyorum. Sonra okumayı düşünüyorum. Fikret Hoca'nın değişik yazılarını okudum ve kendimi bir hoş hissettim. Şunu söylemek istiyorum: Karşımızda sözde değil özde bir ENTELEKTÜEL bulunuyor. Birşeyler anlamaya bakmalıyız, zira böyle insanlar milyonda hatta milyarda bir bulunur.

Enver Akçiçek - 13 Şubat 2008 (23:18)

Aci bir tokatla bizi uyandiran bir kitap. Yillarca yikanmis beyinlerimiz, onyillarca. Benim icin onun artik hicbir degeri kalmamistir. Cünkü bütün yapilanlarin ne amacla yapildigi ortaya cikmistir. Inanilmaz bir hayal kirikligi. Ara sira kendime sormuyor degildim ama 80 yil bir millet nasıl uyutulmus anlasilir degil. Kitabin henüz 210. Sayfasinda olmama ragmen midem bulandi. Bu kadar mi olur? Ama en cok kendime kiziyorum, niye ben bu tuzaga düstüm diye.

Erdal Tok - 27 Şubat 2008 (02:39)

Ne oldu? İşinize gelmedi değil mi? Türkiye'de İslâmcıların özgürlükçülük safsatası ortaya çıktı. İşine gelen yazıyı yayınla, işine gelmeyeni gizle, işte size bu yakışır.

Mete Savtekin - 29 Şubat 2008 (20:18)

Yorumlarınızı istisnasız hepsinin yayına girmesini arzuluyorsanız, fikirlerinizi daha efendice bir dille ifade etmeyi deneyebilirsiniz.

Editör - 2 Mart 2008 (14:47)

Böyle güzel bir kitabı seçerek yayına sunduğunuz için teşekkür ederiz.

Ben de İktisat okudum. Evet İktisat kuramı, burjuva kültürünün parçasıdır ve gelişmemiş veya çok az gelişmiş Ülkeleri esir almıştır, konu çok trajik ve kitapta mevcut zaten…

Bir de İnsan Kaynakları açısından değerlendirilirse, Postmodern durum Kapitalizmin en vurucu halidir, insanî değerlerin bittiği noktadır. Bu olgudaki insanlık ne kadar ruhsuz ve ne kadar bencilse o kadar prim yapar. Akademik olarak da uygulanabilirliği çok pahalı, sömürgeciliği perçinleştirici ve bağımlılaştırıcı kökten köleliği geri getirici bir olgudur. Ve apaşikar beyin savaşıdır, her şeye beyinde başlarlar beyinde bitirirler.

Eh! Bizim Ülkeler içinde fazla uğraşmalarına, çabaya gerek yok, biz zaten Osmanlı'dan beri bir pula satmışız benliklerimizi ve insanî değerlerimizi Batılı bilirkişi abilere değil mi yani? Eh! Bir de kızarız Aziz Nesin'e, meğer ne çok danırmış bizleri…

Meryem - 3 Mart 2008 (11:05)

Aziz Nesin'in bahsettiği yüzdenin içinde olmayı, hiç düşünmeden veya ilim tahsil edip, bilimsel yoldan kabul edenleri dışarıda bırakacak olursak, geride kalanlara söyleyecek bir şeylerim olabilir. Ben hangi kesimden sesleniyorum bilemem; Aziz Nesin hayattayken, fırsat bulup soramadım.

Kapitalist, her ne kadar beyaz, anglo-sakson, hıristiyan bir modelmiş gibi görünse de bu bir yanılsamadır. Kapitalizm sadece bu model dışındakileri veya herhangi bir ülkedeki %60'lık "aptal" ları hedef almıyor ki! Kapitalizmin kalesi Amerika, yukarıda sözü edilen yüzdeyi geçkin sayıda kendi vatandaşını da hiç acımadan köleleştirebiliyor.

Dünya ölçeğinde bakılırsa, gerçek burjuva sınıfı çok kalabalık da değildir, ama okuduğumuz tarih, onların gezegene sahip olma mücadelelerinin tarihidir: Bir tarafta silâhı ve ekonomik gücü aynı anda eline geçirmiş burjuvalar; diğer yanda burjuvaların menfaatleri için tarlada-fabrikada gücünü, savaşlarda da canını vermeye mecbur bırakılan kölelerin tarihi…

Kapitalizm ve komünizm… Her ikisinin de nihaî hedefi tüm dünyadır. Hakimiyetlerini sadece bazı ülkelerdeki %60 lık kesim ve bu yüzde içinde yer alan bazı üniversite mezunları üzerinde değil, gezegenin tümünde kurmak amacındadırlar. Biri diğerini faşist olmakla, öteki de diğerini dinsiz olmakla; ayrıca her ikisi de birbirlerini emperyalistlikle suçlarlar ki, tamamen haklıdırlar. Her ikisi de insanlığa birbirine aykırıymış gibi çizilen yollardan mutluluk vaad ederler ve vaade kananları "şehit" olmak için, cephelere sürerler. Savaşan garipler de "onur" sandıkları patron menfaati uğruna telef olurlar. (Bkz: Hayvan Çiftliği-George Orwell)

Eee, sonuç ne? Hep "aptal" olarak mı yaşayacağız?

Sizi bilemem ama benim o %40'lık kesimden hâlâ ümidim var.

Ali Sedat Çetinkoz - 3 Mart 2008 (15:03)

Rahmetli Aziz Nesin bu akıllı insan oranı konusunda ne kadar da iyimser ve cömertmiş. Şayet bir ülke nüfusunun %40'ı akıllıysa, o ülkenin her yıl dünya çapında yüzlerce dahî yetiştirmesi, bütün bilim ve sanat ödüllerini toplaması lâzım. Dünya'da böyle bir ülke var mı?

Akıllı derken eğer, okuyan, araştıran, düşünen, sorgulayan, aktif biçimde tepki gösteren, karşı çıkan insanları anlıyorsak, bunun için %5 bile çok iyimser bir rakam. Bu sadece Türkiye'de böyle değil, Finlandiya'da da İsviçre'de de, Amerika'da da, Filipinler'de de aynı. Yukarıda sözünü ettiğim özelliklerin sadece eğitimle falan kazanılabileceğini düşünmüyorum. Aynı zamanda, yüksek bir Zekâ düzeyi de gerektirdiği kanısındayım. Bu özellikler, olgunlaşmış ve kullanılabilen bir Zekâ'yı tanımlıyor aslında.

Hata "akıllı olmanın" karşıtı olarak "aptallığı" koymak gibi geliyor bana.

Kamuran Kızlak - 3 Mart 2008 (17:36)

"(Vikipedi, özgür ansiklopedi'den alıntıdır)

Zeka düzeyi, testlerle belirlenmiş ve sınıflanmış puanlarla ölçülen düzeydir.

IQ düzeyleri:

20-34 İdiot,
* 35-49 Embesil,
* 50-69 Debil,
* 70-79 Sınırda Zekâ,
* 80-89 Donuk Normal,
* 90-109 Normal Zekâ,
* 110-119 Parlak Zekâ,
* 120-129 Üstün Zekâ,
* 130 ve üstü Dahi."

IQ'su 90 ile 110 arasında olanlar da internette bir şeyler karalayabilirler. Daha yüksek IQ'lular ise, bunlara burun kıvırırlar. %40'ın içinde bulunanların, illa hepsinin 130 ve üstü olma mecburiyeti yoktur. 80-90 arası zekâya sahip olanlar da bu gruba dahildir ki, görüyoruz zaten.

Memleketimizde çok şükür birçok dahi yetişmiştir. Bunlar sanatla bilimle uğraşmayı çok da akıllıca bulmayıp; kolayca köşe dönme üzerine kariyer yaparak, yolsuzluğun kitabını yazmışlardır.

Bir kısmı manken, şarkıcı, futbolcu, televizyoncu veya politikacı olmuştur; olamayanlar da sebebi başkalarında arayıp, haybeden sinir tüketmişlerdir.

Ali Sedat Çetinkoz - 18 Mart 2008 (13:22)

1920 den bu yana. Bu ülkenin mazlum halklarına şirin gösterilen, ama özünde baskıcı bir devletin temel yapısını alabildiğine aralayan gerçekten önemli bir araştırma. Eline sağlık sayın hocam. Ülkesini ve halkını seven herkesin mutlaka okuması gerekli bir eser.

Merdani Ozan - 7 Kasım 2008 (22:57)

Kitaba erişemedim fakat Fikret Başkaya'ya kesinlikle güveniyorum. İsmi bile hoş geliyor kulağa, param olur da alabilirsem okuyacağım kitabını. Küçüklüğümden beri derslerde anlatılan M. Kemal bana yabancı itici geliyordu, bundan emindim, bir terslik vardı. Sanki din dersindeki Hz. Muhammet anlatılıyordu. Dahi, yüce, her işi doğru yapan bir insan yoktu, hiç görmemiştim onun dışında. Kitabı okuyacağım, Sanırım sorularımın cevapları burada. Ve artık soracağım, aslında düşündüğüm ama ancak yürekli insanların dile getirebileceği soruları…

Yunus Karadağ - 23 Aralık 2008 (17:10)

Fikret abi gözün sevem diyordum ki mualifler olanlar hiç aynı noktada buluşmaz ama çok sevdiğim adını vemiyecem bir yazarla aynı noktalarda çok buluşuyorsunuz bizi aydınlattığın için minettarım.

Mesut - 31 Temmuz 2011 (03:14)

diYorum

 

53
Derkenar'da     Google'da   ARA