Patronsuz Medya

Duvarın öyküsü

Alper Sezener

Künye - Alper Sezener, Karakter Avcısı, Ankara: Güldikeni Yayınları, 2004, Sayfa:21-25
Gönderen: Ertuğrul Şenkal  


Önce karanlık vardı ve ardından gelen aydınlık ve yine alabildiğine karanlık. Sonu gelmeyen bir döngü, spiral bir açılım. Düş ve gerçek, beden ve ruh, kimya ve simya, siyah ve beyaz.

Tüm başlangıçların nihayete erdiği, zamana vurulamayan ama yaşanan anların varlığı.

Karmaşa.

İçinden çıkılamayan bir karmaşa değil miydi dünya? Aşk, hep başkasında aradığımız barış çubuğumuz değil miydi; o savaşan yanlarımızla bir yerlerinden tutunmaya çabaladığımız…

Bir şeyleri aramıyor muyduk yoksa? Her şey öylesine basit ve sıradan, olduğu gibiydi de bizler mi değişik anlamlar yüklüyorduk bütün olanlara? Düşünmeyi varolmanın temeli sayan yüzlerce varlık kırıntısı tarihin labirentinde serpilip olgunlaşıyordu ve meyveleri toprağa düşen her bir çaba sonrası ürün, öylece, doğduğu yerde başkalaşıyordu. Yoksa, böyle değil miydi? Her şey bir yanılsama, her şey olmayana açılan kilitli bir kapı, kandırmaca.

Saat tam on ikiydi. Kara kaplı defter açıldı, iki satır karalandı, bir sigara yakıldı ve kül tablasında öylece kendi seyrinde tütmeye bırakıldı. İki satır ve bir nefes sigara, o kadar. Kalem oynamıyordu; eller terlemeye, gözler buğulanmaya başlamıştı. Yazı masasının dayalı olduğu duvar her akşam aynı anlamsız bakışların değdiği yerleriyle yine oradaydı.

Her delici göz darbesi duvarın berrak yansısında derin oyuklar açıyordu. Belki de bu sadece bir fanteziydi, öyle olması düşleniyordu da öyle görünüyordu. Bu bir duvar öyküsü olsaydı ve duvar da bir duvar olabilseydi gerçekten, bütün bu anlam arayışlarının bir karşılığı olabilirdi, karşılığı olması sahiden de gerekliyse eğer.

Evet, bir duvar öyküsü olabilirdi bu. Bir duvar ve bir insan. Her şey anlamın sınırlarını aştığı merhalede şekillenirdi o halde. İnsan duvara bakardı ve insan duvarın ötesine, gölgelerin, biçimlerin gerisine, oraya ulaşırdı. Duvar; ilkçağda, daha öncesinde ve daha sonrasında hep bir anlam kapısı olarak vardı da, sadece onu gerçekten görebilenler içeriye alınıyorlardı ya. Binlerce yıl önceden duvarlara yapılan resimler ve binlerce yıl sonra yine hep bir gizin suç ortaklığını yapmakla kendini var kılan, suskun yığıntılara kazınan, yapıştırılan, karalanan simgeler, işaretler; kin ve sevgi hezeyanları arasından dünyaya açılan, olagelen kapılar.

Aslında bir duvarın olmadığı, binlerce duvarın olduğu da eklenebilir uygun bir anda. Bir hücre duvarının gerisinde başlamıyor muydu yaşam, bir duvarın dibinde sonlanmıyor muydu? Öyleyse onlarca duvar, onlarca kapı ve onlarca yaşamsal kaza olduğu varsayılabilirdi.

Eğer gerçekten duvar öyküsü olsaydı bu, ana rahminde başlardı her şey ve yine doğa ananın rahminde sonlanırdı, ve yine aradaki zaman dilimi iki varlıksal-kılgısal nüvenin bireşiminde söze gelirdi. Bir gecikme söz konusu olabilirdi böyle bir durumda. İnsan hep bir gecikmenin eş zamanlı kaçışlarında saf tutan olarak yer alıyor ya tarihin sayfalarında. "Geç kalma sendromu" da diyorlar buna. Bir toslama durumu, bir süsme ya da tam olamama. Duvar bize her şeyi gösterirdi, kaçamadıklarımızı ve kaçırdıklarımızı sırasıyla. Evet, eğer gerçekten.

Tiz bir melodi, sessizliği bastırıyordu. Sessizlik, hep bastırılması gereken, üstü örtülmesi gereken, hep orada olan ve kendini gizleyen. Kapı zili ya da telefon. Masa başındaki gövde bir an tereddüt etti. Kapı mı, telefon mu? Sessizliğe alışmış duyuların şaşkınlığı tüm gövdede bir yanılsama yaratıyordu. Kapı mı? Hayır. Apartman görevlisi çöpleri alalı çok oluyordu. Bunun dışında, bu saatte kendisini hatırlayacak kimsesi yoktu ki. Bu saatte polisten ve belâdan başkası kapı ziline dokunmazdı.

Telefon muydu acaba? Onu kim arayabilirdi ki? Kardeşiyle yıllar önce yolları ayrılmıştı, karısı ya da sevgilisi yoktu. Arkadaş, tanımlamakta güçlük çektiği bir kavramdı. Evet, kısa aralıklarla ilişki kurduğu insanlar vardı, ama genellikle telefon numarasını kimseye vermezdi. Yayıncısı olabilirdi arayan.

Olabilirdi, ama zaten yeni romanına başlayalı bir iki gün olmuştu. Aynı zamanda, yayıncısının onu aramasını gerektirecek bir durum da yoktu ortada. Genellikle yayıncısını arayan kendisi olurdu. Uzun süre önce yayın dünyasının ümidi kestiği yazarlardandı. Kitaplarını bastırmakta güçlük çekiyordu. Buna rağmen, iyi niyetini kaybetmemiş ve kendisine güvenen bir yayınevi vardı. Acaba gerçekten yayıncısı mıydı arayan?

Kapı mı, telefon mu? Telefon. Kaç kere çaldı? Belki on belki on iki. Ağır adımlarla telefonun bulunduğu mutfağa doğru ilerledi. Temiz mutfak masasının üzerinde eski model çevirmeli bir telefon duruyordu. Açmak için ahizeye uzandı. Geç kalmıştı. Tiz ses yerini sessizliğe bıraktı. Sıska beden olduğu yerde kaldı, bir tabure çekip oturdu. Boş su bardağını eline aldı ve işlemeli yüzeyini uzun uzun incelemeye başladı. Kim olabilirdi ki arayan? Bunca zaman sonra, gecenin bir vakti kim ona ulaşmak için bu kadar inat edebilirdi?

İşte bir su bardağı, bomboş. Boş bir su bardağı ne işe yarardı ki? Doğada varolan her şeyin bir işlevi vardı. Her birinin bir ismi, bir görevi vardı. Peki ya bizler, bizler ne yapıyorduk ya da gerçekten bir şeyler yapıyor muyduk? Binlerce yıldır ortaya konan başarılardan söz edenler, binlerce yıldır ortaya konan rezilliklerden bahsetmekten kaçınıyorlardı. Oysa, ızdıraplarla örülü bir dünya söz konusuydu. Şu su bardağından farkımız var mıydı?

Telefonun tiz yankısı düşüncelerinden sıyrılıp kendine gelmesini sağladı. Her zaman bir bekleme anı vardır. Bir şeyi yapmaya ya da yapmamaya karar vermeden önce içine düşülen eylemsizlik durumu. İşte, bu ara durum, atalarının insanoğluna bıraktığı mirasın ürünüydü. Anlık duruşların ve susuşların çağında bu öylesine olağandı ki, üzerine düşünülmeden olduğu gibi kabulleniliyordu.

Üç kere çalan telefon, dört kere çalan telefon.

"Alo…"

"Alo, abi yardımına ihtiyacım var. Çok kötü bir şey oldu. Bunu sana telefonda anlatamam. Oraya da gelemem. Bana yardım edecek misin?"

"Saat kaç biliyor musun?"

"Saatin kaç olduğu umurumda bile değil. Başım belâda anla beni. Yarın Meclis Parkı'nda bekleyeceğim seni. Sabah sekizde."

"Alo, Alo. Ömer, beni dinle. Alo."

Telefonun ansızın insanların yüzüne kapandığı anlar vardır. Daha ne olduğunu anlayamadan, anlamsızlıklar içine çekilir insan. Değişik kaygılara sahip insanlar, değişik yaşamlara yön veren varlıklar. Bir an kapı çalınır, telefon zırlamaya başlar. Hiç beklenilmeyen bir anda biri ya da birileri çıkar karşınıza ve kendinizce kurduğunuz yaşamı kurcalarlar. Yalnızlığınız farazi bir yalnızlıktır çünkü. Yalnız kalmanıza izin verirler de yalnız kalırsınız aslında. Yoksa, oradadırlar ve burada olmanızda her zaman pay sahibidirler. Onlara ihtiyacınız olduğu anlar, onların size ihtiyacı olduğu anlardan çok daha az bile olsa böyledir bu. Tek seçenek reddetmektir de bu red hali nereye kadar sürer bunu kestirmek güçtür.

Sıkıntı göz bebeklerinden okunuyordu. Odasına, masasının başına döndüğünde zihni alev alevdi. On iki sene olmuştu görüşmeyeli. Şimdi neden bu arayış? Hele böyle bir ses tonuyla, böyle bir şekilde.

"Gerçekten başı belâdaysa niye beni aradı ki? Polise gidebilirdi" diye mırıldandı.

Bu yine oynadığı çocuksu oyunlardan biri miydi acaba? Masasının başında ayakta dikilmiş bu garip durum karşısında kendisini rahatlatacak mantıklı bir cevap arıyordu. Bir ara farketti ki yaptığı tek şey ayakta dikilip durmak ve duvara boş boş bakmaktan ibaretti. "Duvar" dedi içinden, "bu duvarın yerinde olmayı ne çok isterdim."

Bu bir duvar öyküsü olsaydı eğer, O, duvarın içine girer ve bir daha çıkmazdı. Kimse yaşamına müdahale edemezdi o zaman. Ne kendisinden beklenilenler ne de başkasından bekledikleri.

Kardeşiyle buluşmaya gidecek miydi? Eğer giderse yaşamındaki her şeyin değişebileceğinin farkındaydı. Gitmeyip bekleyebilirdi. Böylece, yaşamına hiçbir şey olmamış gibi devam edebilirdi. Kendisini kandırmak istemiyordu. Çoktan bir şeyler değişmişti. Telefonu açmasıyla birlikte kendine ait kıldığı şeyler başkalaşmaya başlamıştı. Bu korku durumu, sinir hali başka neyle açıklanabilirdi ki?

Gidecek miydi buluşmaya? İçinden bir ses gitmesi gerektiğini, bir işe yaraması gerektiğini söylüyordu. Sonuçta, ne olursa olsun ortada kardeşiyle ilgili bir sorun vardı. Gitmeliydi.

Aklı karışık, bedeni yorgundu. Sorular ve cevaplar evreninde kaybolmak istemiyordu. Yatıp uyumaya karar verdi. Yatağına uzandığındaysa gün ışıyordu ve hala uyanıktı.

diYorum

 

65
Derkenar'da     Google'da   ARA