Patronsuz Medya

Zeytin ağaçlarının ardına…

Ahmet Büke - 2004

Künye - Ahmet Büke, İzmir Postasının Adamları, sayfa 11-19, Kanat Kitap, 2004
Gönderen: Birol Üzmez  


Rahmetli dedem "Bir adamın duruşuna değil bakışlarına inan," derdi. Ömrünün çoğunu kışlada, savaş alanlarında, bin bir türlü insanın arasında geçirmiş birisi için bakışlar çok önemli olsa gerek. Orada zaten herkes ya rahatta ya esas duruşta, değil mi? Ama ya bakışlar…

"Gece siperden kim kaçacak akşam içtimasında anlardım. Onca yorgunluğa, bitmişliğe rağmen adamın içinde uçup duran kelebeğin pırıltısı gelir oturur gözlerine. Gece bu çukurdan uçacaktır. Geriye, kurşunların değmediği düzlüklere sonra da memleketine koşacak. Ama memleket nerede, kaç bin kilometrenin sonunda? Bunun hiç önemi yoktur artık onun için…"

Dedem yatağına uzanmadan önce kaç adamın bakışlarında kaç kelebek gördüyse o kadar mermi sürermiş tabancasına.

"Buna mecburdum, bunu bilirdim ama yine de bir tane fazla tutardım kendim için."

Dedem, Mülazım Sâni Enver evinde öldü.

Bana başucunda belki bininci kez asker kaçaklarını nasıl vurduğunu anlatırken ve belki de anlattıkça arınacağına, boğazını sıkan o bakışlardan kurtulacağına boş bir umutla inanırken gidiverdi.

Ona ait ayrıntıları çoktan unuttum. Hatta şimdi kaşı gözü nasıldı deseler anlatamam. Ama dedikleri zihnime kazınmış bir kere; "Bir adamın duruşuna değil bakışlarına inan" .

Bu sözler Terzi Tahir'le göz göze geldiğim o akşam üstü vaktinde yine çakmıştı içimde.

Mahalleye yeni taşınmıştım. Galiba ayı çıkmamıştı daha. Yaz iyice devrilmeye başlamıştı, yine de pastırma sıcaklarının kuyruğu şehrin üzerinde dolaşıyordu.

Gündüzleri sağını solunu henüz tamamladığım fotografhanede oyalanır, güneş denizin üzerinden demir almaya başladığında da kiraladığım odaya yollanırdım.

Eh, o zamanlarda da cebim fazla para görmezdi ya, sevimli bir yoksulluğum vardı aslında.

Terasa çıkardım. Kadifeden rüzgâr dolanırdı boynuma.

Koca çinko tabak çingen salatası yapardım kendime.

Kıyak olur benim çingen salatam. Hafif tuzlu katık, şarabından yarılmış iri domates, yeşil soğan, mis maydanoz, üzerine Karabun zeytinyağı, az biraz hurma zeytini. Yanında illa Kulüp Rakısı-eşkirde kırdığım buzun buğusu kadehimi sardığında kuşlar dönerdi başımın üzerinde.

İhtiyar bir sarman dadanmıştı keyfime o günlerde. Deja Vu derdim ona. Ansızın gelir payını kaptığı gibi sessiz kaybolurdu.

Kırkımı dev irmiş olsam da delikanlı bir rüzgâr vardı damarlarımda. Ya da ben öyle hissederdim. Hayat şimdiki gibi ağır gelmezdi bana.

İşte yine öyle bir akşam üstü, belki de hızlı içilmiş ikinci kadehin ardından yan terastaki gölgeye çevirdim kafamı. Şişe dibi gözlükleriyle bir adam, üzerinde yensiz gömleğiyle tiril tiril karşımdaydı. İki eliyle uçuşan saçlarını düzeltti önce. Ardından dirseğimi dayadığım bizi ayıran alçak tuğla duvara yaklaştı.

"Afiyet olsun."

Nedense telâşlandım. Hani aniden hatırlı bir misafir gelir de sizi hazırlıksız yakalar ya, öyle oldu işte. Masanın dağınıklığına utandım. Toparlanırken yeşil biberleri düşürdüm yere.

"Buyurmaz mıydınız? Ben yeni taşındım da. İçeriden kadeh getireyim size."

Eliyle durdurdu beni.

"Benim kedi size kaçıp duruyor. Görüyorum bazen pencereden. Yüz vermeyin arsıza. Hem…"

Yok illa adamı masaya oturtacaktım. Sözünü ortasında kesip içeriye doğru hamle yaptım.

"Nuri Bey, ben rakı içmem."

Ayakta kalakaldım. Adımı da biliyordu üstelik. Aynı kedisi gibi arkasını dönüp terasının ucuna yürüdü. Tabakasını çıkardı. Sarma sigarayı kokladı. Gelen tütünle harmanlanmış mavi kokuyu gençliğimin hamam sefalarından anımsadım. İyi cigaralık sarıyordu bu adam.

O günden sonra uzun süre göremedim yan komşumu. Zaten pek dışarı çıkan bir adam değilmiş. Çardak Kahvesinde anlattırmıştım onu. Mahallenin en eskilerindenmiş.

"Terzidir ya terziliğini ben görmedim," demişti Hulusi Bey.

Kimi zaman sabahın ilk ışıklarıyla dükkâna giderken rastlardım ona. Elinde dolu pazar filesiyle yokuş aşağıya denize doğru yürürdü. Patlıcan, biber, üç beş domates, şişesine sabahın ilk ışıklarının vurduğu şarap şıngırtısıyla yanımdan geçerdi. Hafifçe başımı eğerdim. Gülümserdi kalın gözlük camlarının ardından. Sandaletlerinin ipleri dizine kadar inmiş kısa pantolonunun açıkta bıraktığı ayak bileklerine sarılı olurdu. Sert çuhadan sırt çantası ve ensesine ittiği siperli şapkasıyla kaybolana dek izlerdim onu. Uzun uzun adımlardı yolu.

"Arada kaybolur Tahir. Yıllardır yapar bunu. Motorun Selim'in sandalını kiralar. Kimse bilmez nereye gittiğini. Bir bakarsın sandal yerine bağlanmış, Tahir dönmüş."

Aynen de öyleydi. Bir akşam üstü kaç günlük kaçağının ardından terasında görünürdü yine.

Aslında ısrar etmeyi sevmem ama illa konuşmak isterdim onunla. Az biraz uzaktan, terasın ucundan dinlerdi beni. Ardından aramızdaki duvarın yanı başına sandalyesini çekerdi.

"Siz anlatın kuzum. Ben dinlemeye bayılırım."

Rakının açamayacağı kilit var mıdır ki. Hele meltemin getirdiği göğüs kafesimi tırmalayan yosun kokusu yükseldi mi durmadan konuşurdum.

Mahalledeki Demokrat Halkçı kavgalarından, Vatan Cephesine adını yazdıran Sarı İmam'ın nasıl akşam ajanslarını iple çektiğinden bahsederdim. Yeni gelen filmleri, sinemada elini tuttuğum mektepli kızın sıcaklığını, fotografhanede açılan işleri, akasyaları kesip aşağıdaki yolu genişleten Belediyeyi daha ipe sapa gelmez çuvalla muhabbeti dökerdim ortaya.

Uzak gözlüklerinin ardından gülümserdi bana. Onun birkaç kat bakışı vardı sanki. Dünyaya en yakın olanıyla beni dinlerdi. Kuşları izler, penceresindeki arap saçını sular gibi yani. Daha gerilerde ise benim bilmediğim, açamadığım kapıları saklıydı. Kilitlerini çoktan kırıp atmıştı bunu hissederdim, ama o sırtı lacivert eskilerinin arkasına bakamazdım bir türlü.

İkinci cigaralığının sonuna doğru dalgalanmaya başlardı. Ben belki de Motorun Selim'in evine yeni taşınan Rus kadını anlatırken yani lâfımın en ballı ortasındayken kalkardı.

"Hadi Allah rahatlık versin size…"

Deja Vu'yu görürdüm penceresinde ışığını kapatmadan hemen önce.

Arada kahveye de geldiği olurdu gündüz vakti. En uzak masaya oturur, sade kahvesini yudum yudum içerdi. Denize ya da denizdeki karşılara bakarken nerelere uçururdu acaba kelebeklerini?

Dayanamadım bir gün Motorun Selim'i sıkıştırdım ocakta.

"Nuri Bey, vallahi bilmem nereye gider, ne eder denizin ortasında. Eskiden de kendi sandalıyla açılırmış. Siz en iyisi Hulusi Bey'e anlattırın onun hallerini."

"Emekli Zabıt Katibi Hulusi Bey yüz okkadan fazla çeken bir adamdı. Kahvede iki sandalyeyi birleştirir öyle otururdu. Sızlayan pide gibi şişmiş ayaklarını uzatırdı.

"Ah bu benim kaşık düşmanı yok mu, bilir benim işkembemin salon salomanje olduğunu yine de künefeyi, kalburabastıyı eksik etmez evden."

Bir eşref saatini kolladım Hulusi Bey'in. Fehim'i nihayet uzun aradan sonra mars ettiğinde yanaştım yamacına. Fehim öfkeden kudurmuş, koltuğunun altına verilmiş tavlayı söylene söylene masalara çarpıyordu. Hulusi Bey fötrünü çıkartıp terleyen keline mendilini yerleştirdi.

"Akranız galiba biz. Biz Çine'den göçüp geldiğimizde onlar mahallede oturuyorlardı. O zamanlarda da içine kapalı bir adamdı. Kemeraltı'nda Rum terzihanelerinde çalışırmış. Görmedim de derlerdi işte. Bir eski ev, ihtiyar anacığı, üç kuruş babadan kalma şehit maaşı, ezcümle, kasnağı kırık felek ondan yana dönmezdi pek."

Mendilini tersyüz etti Hulusi Bey.

"Bu deniz tutkusu nedir peki?"

"Vallahi buralarda denizi sevmeyen yoktur cancağızım. Onun gitmeleri değil de dönmemesi olay olmuştu mahallede."

"Dönmemesi?"

"Evet. Sır oldu adam. Savaş yıllarıydı. Bir akşam kapı dan dan dövülüyor. Rahmetli babam açtı. Tahir'in annesi. Balığa diye çıkmış iki gündür yokmuş ortalıkta. Tahir döndü ama tam bir yıl sonra. Anasının kırk bir duası okunuyordu onu yeniden gördüğümde."

Hulusi Bey ağrıyan gutlarına döndü. Daha fazla üstelemedim ama içimdeki merak çoktan bacayı sarmıştı bile.

Titreyen Fehim'i örttüğüm o uğursuz gecede benim üşüyen içimi saracak kimse yoktu. Terası ve beni altına alan yıldızlı kuşak, damarlarımı zorlayan rakının harareti ve ebedî yalnızlığım eski tanışlar gibi omuz omuzaydık.

Ağlamak geliyordu ya içimden, yine de kendimle uğraşmayı bırakıp ince duvarı aşıverdim. Taş döşeli geniş düzlüğünden süzüldüm. Denize gittiği zamanlar teras kapısını açık bırakırdı Tahir Bey, kedisi için elbet. Karanlıkla dolu odasına girdim. Tavanda çakan loş ışık önümdeki boşluğu aydınlattı.

Mavi döşemesiyle tahta divan, üzerinde birkaç mecmua, yerde yarısı dolu camdan sürahi, ağzına toprak bardağı kondurulmuş, yoklukla varlık arasında salınan bir oda. Evin diğer kısmına açılan kapısı kilitliydi.

Beyaz badanalı duvardaki bir çerçeve dikkatimi çekti. Yerinden kavrayıp soluk ışığın altına yürüdüm.

Fotoğrafın köşesinde zeytin ağacının eski gövdesine dayanmış bir adam gülümseyerek duruyordu. Üzerinde koyu kalın kumaştan acemice dikilmiş üniformaya benzer elbisesi, gülerken kalkmış kaşına doğru yıkılmış kasketi, kasketine farklı renkten bir kumaştan iliştirilmiş yıldızıyla yere uzattığı tüfeğine dayanmıştı. Solundan sağına çaprazlama fişekliği fotografın çekildiği ışığın altında parlıyordu. Hemen yanında çatılmış mavzerler, arkada kucağına aldığı metal kundağa eğilmiş saçları topuz bir kadın. Daha da arkalarda dalga dalga bir tepeye tırmanan zeytin ağaçları, zeytin ağaçları.

Fotoğrafın kenarına kıvrak el yazısıyla, "Kardeşim Tahir'e cansız bir hatıramdır…" düşülmüştü.

Geri döndüm çaresiz.

Fehim'i gömdükten iki gün sonra dükkânda oturmuş önümdeki fotograflara bakarken çıka geldi.

"Başımız sağ olsun Nuri Bey…"

Onu ilk kez böyle bir dirhem bir çekirdek giyinmiş görüyordum. Parlak alpagadan ince çizgili ceketi, sakız beyazı gömleği, yelek cebinden sarkan altın saatiyle dimdik önümde duruyordu.

Bakıştık bir süre.

"Bir fotografımı çeker misiniz?"

İçeriye geçtik. Ben ışığı ve makineyi ayarlarken konuşmaya başladı.

"Aris benim tek dostumdu."

"Aris?"

"Evimdeki fotografta gördüğünüz adam…Yok size kızmadım merak etmeyin. Oynayan çerçevenin arkasından çıkan izden anladım bana uğradığınızı."

"Tahir Bey, ben…inanın ki…"

Kaldırdığı eliyle lâfımı kesti ve "işe devam edin" der gibi daireler çizerek salladı parmaklarını.

Konuşmak istiyordum ama yorgunluğum ısrarının üstesinden gelemedi.

Fotoğrafhaneden çıkarken arkasına döndü.

"Benimle denize çıkmak ister misiniz?"

"Elbette."

"O zaman bir sabah erkenden sizi rahatsız ederim. Şu rüzgârlar geçsin de önce."

Bozan hava haftasına düzeldi. Güneşin sakince doğduğu ilk sabah yola düştük. Ellerimizde sarılı paketlerin doldurduğu fileleri Motorun Selim'in sandalına bıraktık.

Açıldığımızda masmavi gökyüzüyle aramızda uçan martıların gölgeleri bizi geçip duruyordu. Pat patlarımızın yankılandığı eski yalıları, sabahın ilk vapurunu arkada bıraktık. Tüm dünya çarşaf gibiydi o gün. Ne tek bir çırpıntı ne kadife suları yaran kırlagınçlar. Bizi bırakan dünyayı tek bir çizgi gibi görene dek uzaklaştık. Körfezden çıkmadan önce mazotu tamamladı Tahir. Burnu açığa kırdı, tam gaz verdi.

Güneş tepeye yükseldiğinde arkada Ege dağlarının mor izleri yakınımızda ise karşı tarafın büyük ada sıraları yükseliyordu.

Suyun üzerindeki küçük beyazlığa doğru döndük. Yaklaştıkça lekeler büyüdü, büyüdü. Kıyısına dalgaların çarptığı ak taşlarını çalıların örttüğü küçük bir adaydı bu.

Motoru ıslak kumsala çektik. Yükümüzle beraber tek tük günlük ağaçlarının büyüdüğü tepeye tırmandık.

Aşağıdaki denize çıkma yapmış kayalığa geldiğimizde durduk. Tahir oyuk kına kayalarının arasına daldı. Elinde orası burası parçalanmış büyükçe hasırla geri geldi. Yorgun uzandığımızda uzakta taşlara vuran dalgaların sesini dinlemek dünyanın en güzel teslim oluşuydu. Tahir, bir de ben denizin ortasındaki bu adada uyuduk uzun uzun.

Gözümü çıtırtılara açtım. Tahir taşlarla çevrelediği ateşi alevlendiriyordu. Kuru çalıların altındaki günlük kütükleri tutuşmak üzeriydi. Fileleri işaret etti. Usulca yanına yaklaştım.

"Bilir misiniz, balık tutmayı hiç beceremem. Ama mis gibi taze aldım bunları halden."

Altı ıslanmış düğümlü bezleri açtım. Buzun üstüne yatırılmış sardalyaların lacivert sırtları ateşin yanında parlıyordu.

Tahir balıkları tek tek tuza basılmış asma yaprağına sardı, ince telli ızgaraya yerleştirdi.

O gece yıldızlı atlas örtüsüyle koyu gecenin koynunda uzun uzun içtik. Tahir şişeleri kıçına vurup gevşeyen mantarıyla önüme koyuyor, cigaralık dolu tabakasını seyreltiyordu.

"İşte benim hikâyemin başladığı, düğümlendiği, bittiği yer burası Nuri Bey."

"Kaçtığınız, kaybolduğunuz yer burası mıydı?"

"Evet. Hem de yıllardır."

Kalktı. Uçurumun kıyısına kadar yürüyüp oturdu. Ortamızdaki ateş yüzünün benden yana olan yarısında dalgalanıp duruyordu.

"Aris'le ben aynı terzihanede çalışırdık. O kadın terzisiydi. Güzel, çirkin ama hepsi de zengin Rum kadınları giydirirdi. Biz beraber büyüdük sayılır. Bayram yerlerinde çalım sattığımız çocukluğumuz ve ilk gençliğimiz şarkılar gibi güzeldi. Ta ki savaş çıkana dek."

"Savaş?"

"İkinci Cihan Harbinden bahsediyorum. Dünya yanıyordu ya en çok karşısı yani Yunanistan içini burkuyordu Aris'in. Bana akrabalarından gelen mektupları okuturdu. İşgal, Naziler, kurşuna dizilenler, açlıktan kırılanlar. Her gün daha da kaynayan içini fark ediyordum da elimden bir şey gelmiyordu. En sonunda kararını verdi. Önce adalara geçecekti, ardından Yunanistan dağlarına. 'Kapetanios olmak lâzım be Tahircim' dedi bir sabah."

Tahir'in yanına yaklaştım. Ağlıyordu.

"Ben onsuz yaşayamazdım. Geride tek başına kalmak ölüm gibi geliyordu düşününce. Yalvar yakar razı ettim. Beraber gidecektik neresi olursa. Ölümse ölüm…İşte yıllar önce buraya, bu tepeye geldik. Sabah karşı adadan partizanlar alacaktı bizi."

Parmaklarının arasında yarısı içilmiş tütünü uzattı.

"İlk kez o gece içmiştim. Aris sarıp burnuma burnuma dayıyordu. Sabah anladım ne bok olduğunu. Küp gibi sızıp kalmışım. Uyandığımda ada bomboştu…Beni bırakıp gitti işte…"

Tahir sarsıldı.

"Hiçbir şey yapmak istemedim. Orada burada sürttüm aylarca. Belki de dönmüştür umuduyla eve geri döndüğümde bana yollanmış mektubu buldum. İçinde gördüğün fotograf ve Yunanca yazılmış mektup vardı."

İç cebine uzanıp kat yerleri yıpranmış kâğıdı uzattı bana. Başlığındaki yıldızı çerçeveye alınmış mektup Yunancaydı. En altta basılmış mavi mührün ilk harfleri okunuyordu: KKE.

"Kimseye göstermedim bunu. Belki kötü haberdir diye okutmadım kimseye."

Gözlerini sildi. Ayağa kalkıp denize döndü.

"İşte ben yıllardır buraya geliyorum. Belki döner diye. Yaşlanmıştır, bir ayağı tutmuyordur belki… Beni götürmedi o zeytin ağaçlarının ardına…"

"Sabah uyandığımda Terzi Tahir yanımda yoktu. Hasırın uzandığı yerinde şişe dibi gözlükleri duruyordu. Öğlene kadar gözlerim denizde adanın etrafında dört döndüm.

O akşam ellerim boş yanaştırdım sandalı kahvenin önüne. Tahir'i soran olmadı hiç.

Ben onun gözlerine konan kelebekleri görememiştim. O da zeytin ağaçlarının ardını…

diYorum

 

Ahmet Büke neler yazdı?

56
Derkenar'da     Google'da   ARA