Patronsuz Medya

Tavan arasındaki tozlu defter

Kitap Kurdu - 2001-2013  


Necdet Şen'in notu:

12 yıl önce, Derkenar'ın bugünkü formatı tam belirginleşmemişken, daha hâlâ bana ait kişisel bir blog görüntüsü içindeyken, o aralar okuduğum bazı kitaplardan kısa alıntılar yapmış, "okumam için hangi kitapları önerirsiniz" diye soranlar için "tadımlık" kabilinden yayına koymuştum.

Bunu bir okuma listesi olarak kabul edip, listedeki kitapların çoğunu alıp okuyan Derkenar takipçileri olmuştu o sıralarda.

Zamanla bu "tadımlık" alıntı işi rutine döndü ve okuduğum kitaplardan daha uzun -ve derli toplu- alıntılar yapmaya başladım. (Bazen de okurlar kendi beğendiklerini paylaştı.) Böylece Derkenar'da Kitap Kurdu diye bir bölüm ortaya çıkmış oldu.

Geçenlerde arşivde bir şeylere bakınırken, o dönemde yayına koyup da zamanla varlığını unuttuğum, aralarda bir yerlerde kaynayıp gitmiş, hatta bölümün listesinden bile silinmiş olan bu sayfayı buldum.

Tozunu üfleyip kitap dostlarıyla yeniden paylaşıyorum. (10 Eylül 2013)

Tadımlık alıntılar…

(Alıntı yapılan yazarlar: Edward Said, Alphonso Lingis, Adam Philips, Darian Leader, Krishnamurti, Bernard Lewis, Winfried Löschburg, Richard Bach, Karen Horney, Erich Fromm, Béla Horvath, Can Yücel, John Berger, Elias Canetti, Anton Çehov, Homeros, Konstantinos Kavafis, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ömer Hayyam, Marian Stamp Dawkins, H. J. Störig, Jean Paul Sartre, Sophy Hoare, Arthur C. Clarke, Nermi Uygur, Antoine De Saint-Exupery, Thor Heyerdahl, Jack Kerouac, Orhan Veli, Sait Faik, Wayne W. Dyer, Nazım Hikmet, Emin Karaca, Paolo Coelho, Samuel Beckett, J. D. Salinger, Albert Camus, Halil Cibran, Charles Bukowski, İdris Şah, Friedrich Nietzsche)

* * *

Hayatları boyunca bir toplumun mensubu olmuş entellektüeller bile, bir bakıma, içeridekiler ve yabancılar diye ikiye ayrılabilirler: Bir yanda toplumun mevcut haline tamamen ait olanlar, onun içinde yoğun bir aykırılık ya da uyumsuzluk duygusu hissetmeksizin barınanlar, ki bunlara evet-diyiciler diyebiliriz; öte yanda hayır diyenler, toplumlarıyla yıldızı barışmayan, bu yüzden de imtiyaz, güç ve şan şöhret edinmeme anlamında yabancı ve sürgün olan bireyler.

Edward Said - Entellektüel (Sayfa 57-58)

* * *

İletişim içine girmek, mesajı artyöresindeki gürültüden ve ona içsel olan gürültüden çekip çıkarmak demektir. İletişim parazite ve karışıklığa karşı verilen bir mücadeledir. (…)

Fakat klâsik düşüncede iletişimin kendisi bir tartışma (agon), konuşmacılar arasında bir kavga olarak anlaşılmıştır. İletişim söylem içinde, yani konuşmacıların birbirine karşı çıktığı bir talep-yanıt, önerme-karşı önerme diyalektiği içinde cereyan eder.

Kişi iletişimi şiddetin sürdürülmesi olarak görür, ama başka araçlarla sürdürülmesi. Kişi herkesin kendi söylediği şeyin haklılığını kanıtlamak için konuştuğunu gördüğü zaman, iletişimin onaylama ve karşı çıkma yoluyla ilerleyen diyalektik ritmi içinde herkesin kendini ötekinden başkalaştırdığı bir ara görür. Kendi haklılığını kanıtlamak için konuşmak ötekini susturmak için konuşmaktır.

Alphonso Lingis - Ortak Bir Şeyleri Olmayanların Ortaklığı (Sayfa 69)

* * *

Çocuğun yaşamak için gereksinim duyduğu dili ona ancak yetişkinler verebilir. Çocuğun bakış açısından dil, daima uzmanların dilidir. Bu yüzdendir ki çocuklar, dilin boşluklarına düştüklerinde delirdiklerini sanma eğilimindedirler. Yetkinlik, yetişkinlik, bu boşlukların etrafından dolaşmayı bilmektir.

Adam Philips - Dehşetler Ve Uzmanlar (Sayfa 19)

* * *

Bir cümleyi bitirmemek çoğunlukla, kişinin belli bir dilsel temsilin eşdeğeri ya da özdeşi olmadığını, kendisinin, söylediklerinden daha fazla bir şey olduğunu göstermek için kelimelerle tanımlamak konusundaki tereddütüne bir işaret olabilir. Kadınlar da erkekler de var oluşlarının kelimelere indirgenemez olduğunu bilir; fakat erkekler var oluşu tam da buna indirgemek için ellerinden geleni yapar.

Darian Leader - Kadınlar Neden Yazdıkları Her Mektubu Göndermezler? (Sayfa 122)

* * *

Yaşamda başarılması en güç şey, kendi düşüncelerine tutsak olmamaktır. Bu tutsaklığın adına tutarlılık deniyor. (…) Tutarlı olmak, hiç değişmeden hep belirli bir modele göre düşünmeyi sürdürmektir.

Krishnamurti - İç Özgürlük (Sayfa 63)

* * *

Asya ve Afrika "öteki" kavramının adlandırmalarıydı, "barbar" ve "putperest" gibi etnik, kültürel ve dinsel adlandırmaların coğrafî düzeyde ifade edilmiş kaynaklarıydı. Barbarlar, haliyle, kendilerine barbar demiyorlardı; putperestler de Hıristiyanlığı benimsemelerine ve kendilerini böyle görmek üzere eğitmelerine değin kendileri için bu yakıştırmayı kullanmıyorlardı. (…) Kolomb öncesi Amerika sakinlerinin Amerikalı olduklarının farkında olmamaları gibi, onlar da Asyalı ve Afrikalı olduklarından habersizdi. Böyle bir sınıflandırmanın varlığından, Avrupalılar bunu onlara getirdiğinde ve (…) dayattığında haberdar oldular.

Bernard Lewis - Çatışan Kültürler (Sayfa 44-45)

* * *

O dönemin seyahatnamelerinde, Avrupa'nın kışından kaçıp kurtulmak için Mısır'a gidenler de anlatılır. Bunlar, burunları bir karış havada, "kültürlü Avrupalı" pozlarında, azgelişmiş ülkelerle ve onların kendilerininkinden farklı gelenekleriyle alay ediyorlardı. "Sırf görmüş olmak için gezip gören" şu "kültür gezginleri" de daha farklı değildi, yorulmak bilmeden tapınak, antik sütun ve firavun mezarı geziyorlardı.

Winfried Löschburg - Seyahatin Kültür Tarihi (Sayfa 124)

* * *

Amerikalı aylaklar gibi denetlemeler yapmaya çıkan şerifler de yollardan eksik olmayacak, Louis-Ferdinand Celine'in dediği gibi, "yollardan bir tanesi suça, dokuz tanesi can sıkıntısına varır, " çünkü gecenin bir yarısında herkes yatağındayken yapacak hiç bir şey bulamayan şerifler; sokakta yürürken gördükleri ilk insanın tepesine biniverirler. Hatta deniz kıyısındaki sevgililerin bile.

Jack Kerouac - Yalnız Gezgin (Sayfa 154)

* * *

Tüm bu yıllar boyunca, bizi anlayacak birilerini, bizi olduğumuz gibi kabullenecek, taşı güneş ışığı kadar yumuşatacak sihirbaz gücüne sahip birilerini, bizi yargılar yerine mutluluğa götürecek, geceleyin ejderhalarımızla yüzleşebilecek, bizi olmayı tercih ettiğimiz ruha dönüştürebilecek birilerini bulmak için bekledik, diye düşündüm. Daha dün, bu sihirli Bir'ini aynada gördüğümüz yüzde buldum.

Richard Bach - Güvenlikten Kaçış (Sayfa 268)

* * *

Sevgi, başka ne anlama gelirse gelsin, her zaman teslim olmayı, insanın duygularına olduğu kadar sevgilisine de boyun eğmesini anımsatır. İster erkek ister kadın olsun, kişi böyle bir boyun eğme konusunda ne kadar beceriksizse, aşk ilişkileri de buna oranla o kadar doyumsuz olacaktır. Bu etkenin kadınların cinsel soğukluğu konusunda rolü olabilir, çünkü orgazm olabilmenin ön koşulu kendini bütünüyle bırakabilmektir.

Karen Horney - Günümüzün Nevrotik İnsanı (Sayfa 149)

* * *

Psikiyatri bazı kimselerin akıllarını kaçırma nedenleriyle ilgilenir, ama asıl sorun, insanların çoğunluğunun neden akıllarını kaçırmadığıdır.

Erich Fromm - Psikanaliz Ve Zen Budizm (Sayfa 84)

* * *

Burada insanlar yokluğun ve sefaletin akıllara sığmayacak boyutlarını yaşıyorlar. Lüks, rahat ve konforlu yaşam hakkında ne bilebilirler? Her şeye rağmen kaderlerinde olanı çekmeye razılar; burayı, yani yurtlarını terk edip, kendilerine başka bir hayat aramıyorlar. Bu kurak toprakları, cehennem ateşiyle yakıp kavuran güneşin yakınlığını bırakıp gitmiyorlar. Doğup büyüdükleri topraklarına ihanet etmiyorlar. Türkiye'yi Müslüman olan halklardan hiç biri terk etmiyor.

Ah, sen her zaman elindekiyle yetinebilen Türk insanı! Bir ülkenin senden daha sadık vatandaşı olabilir mi? Böyle bir halk ne kadar büyük bir sevgiye saygıya lâyıktır!

Béla Horvath - Anadolu 1913 (Sayfa 67)

* * *

KİBAR HIRSIZIN TÜRKÜSÜ

Anamın ipiyle indim gökdelen damınızdan
Kelebek gibi girdim kelebek camınızdan
Taksinize mülkünüze dairenize…
Heceleyerek üzerinde ayak ve el uçlarımın
Belledim seyyarenizi ve kelimelerinizi…
Gözlerinize baktım,
mukaddes ciltlerinize, büfelerinize
Vesairenize…
Şiir fenerimle de baktım, son çığlık!
Aşk yokmuş sizde beş paralık!
Gidiyorum ben boşçakallar
Sıçmışım ortalık yerinize
Kıçımın fosforuyla aydınlanın siz artık.

Can Yücel - Rengahenk (Sayfa 77)

* * *

Reklamlarla her birimize bir nesne daha satın alarak kendimiz ya da yaşamlarımızı değiştirmemiz önerilir. "Aldığınız bu yeni nesne" der reklam, "sizi bir bakıma daha zenginleştirecektir" - aslında o nesneyi almak için para harcayarak biraz daha yoksullaşacak olsanız bile.

John Berger - Görme Biçimleri (Sayfa 131)

* * *

Paranoyak bir yönetici, tehlikeyi şahsından uzak tutmak için her aracı kullanan biri olarak tanımlanabilir. Tehlikeye meydan okuyup onun karşısına çıkmaktan ve sonucu kendi aleyhine olabilecek bir savaşa katlanmaktansa, konunun etrafından dolaşarak ve kurnazlık yaparak tehlikenin kendisine yaklaşmasını engellemek ister.

Elias Canetti - Kitle Ve İktidar (Sayfa 230)

* * *

"Ne yapalım, yaşamak zorundayız. Yaşayacağız Vanya Dayı. Önümüzde ne uzun günler, ne uzun geceler var daha. Kaderin bize lâyık gördüğü tüm güçlüklere sabırla göğüs gereceğiz. Şimdi olduğu gibi yaşlılığımızda da durup dinlenmeden çalışacağız. Günü, saati gelince de ölüme boyun eğeceğiz. İşte ancak orada, mezarlarımızda, nice acı çektiğimizi, nice gözyaşı döktüğümüzü, nasıl zor bir yaşamımız olduğunu bir bir anlatacağız. Tanrı işte o zaman bize acıyacak."

Anton Çehov - Vanya Dayı (Sayfa 68)

* * *

Böyle konuşurlarken onlar birbirleriyle,
yerde yatan bir köpek başını kaldırdı, kulaklarını dikti,
Argos'tu bu, sabırlı Odysseus büyütmüştü onu,
ama hayrını görmeden gitmişti kutsal İlyon'a,
genç adamlar ava götürürlerdi onu eskiden,
takarlardı yaban keçilerinin, geyiklerin, tavşanların peşine,
oysa şimdi bakımsız ve sahipsizdi,
dış kapının önünde yatıyordu, gübrenin içinde,
işte orada yatıyordu Argos, her yanı bit dolu.
Yaklaşan Odysseus'u hemen o anda tanıdı,
kuyruk salladı ve indirdi iki kulağını,
ama çok bitkindi, kalkıp gelemedi efendisinin yanına.
Odysseus da başını çevirdi ve sildi gözünden akan yaşı…

"Uzakta ölen efendimizin köpeğidir o,
görseydin, ne güzel, ne canlı köpekti
Odysseus bıraktığında onu bize, giderken Troya'ya,
hızını, çevikliğini görseydin, açık kalırdı ağzın."

"Ama işte böyle kötüledi, döndü uyuza,
efendisi yaban ellerinde yok olup gideli beri."

Vardı rahat oturulan konağa böyle konuşa konuşa
ve hemen girdi büyük sofraya, soylu taliplerin oturduğu yere.
Ama kara ölümün kaderi yakalamıştı Argos'u,
görür görmez Odysseus'u yirmi yıl sonra.

Homeros - Odyssea (Sayfa 306)

* * *

AYNI KENTTE

Dedin, "Bir başka ülkeye, bir başka denize gideceğim.
Bundan daha iyi bir başka kent bulunur elbet.
Yazgıdır yakama yapışır neye kalkışsam;
ve yüreğim gömülü bir ceset sanki.
Aklım daha nice kalacak bu çorak ülkede.
Nereye çevirsem gözlerimi, nereye baksam
hayatımın kara yıkıntıları çıkıyor karşıma,
yıllarıma kıydığım, boşa harcadığım."

Yeni ülkeler bulamayacaksın, başka denizler bulamayacaksın.
Bu kent peşini bırakmayacak. Aynı sokaklarda
dolanacaksın. Aynı mahallede yaşlanacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Bu kenttir gidip gideceğin yer. Bir başkasını umma-
Bir gemi yok, bir yol yok sana.
Değil mi ki hayatını heder ettin burada
bu küçücük köşede, onu heder ettin demektir bütün dünyada.

Konstantinos Kavafis - Barbarları Beklerken (Sayfa 25)

* * *

Böyle cemiyetler, daha ziyade beraberce yalan söyleyip, beraberce aldanıp hoşça vakit geçirmek isteyen insanların işidir. Cemal Bey ise kollektif yalandan hoşlanacak adam değildi. Yalan, onun için ferdî bir silâh, bazen de kendisini ve hayatını süslemek için müracaat ettiği bir vasıta idi. Öyle herkesin dut hasırı gibi, bir ucundan tuttuğu yalana tenezzül edemezdi.

Ahmet Hamdi Tanpınar - Saatleri Ayarlama Enstitüsü (Sayfa 152)

* * *

Dün testicilerin oradan geçiyordum,
elleri baktım ne güzel oynuyordu toprakla,
baktım on parmakta on hüner.
Kimse farkında değildi, bir ben gördüm,
babamın toprağıydı ellerindeki toprak.

Ömer Hayyam - Rubailer (Sayfa 79)

* * *

Önemli olan yapılan ya daelde edilen değil, bunun karşılığında neden vazgeçildiğidir. "Önemsemek" sadece davranışla değil, bu davranışın bedeliyle belli olur. Bu bedel, zaman, para, mal mülkle ödenebileceği gibi, bazen bir meslek, bir evlilik, bir yaşam, şöhret ya dasadece boş zamanla ödenebilir.

Marian Stamp Dawkins - Hayvanların Sessiz Dünyası (Sayfa 224)

* * *

Her varlık geçicidir ve bir an için parlar ve parlayarak algılandığı anda yine sönerek geçmişte kalır. Yalnız içinde yaşadığımız şimdiki an gerçektir ve evren sürekli yinelenen "şu an" lardan, "geçiciliğin sürekliliğinden" başka bir şey değildir. Zihindeki düşünce ve duyguların oluşma ve çözülme hızı, birbirlerini izlemeleri, çağrıştırmaları, sanki kalıcı ve sürekli bir benliğimiz varmış duygusuna kapılmamıza yol açarak bizi yanıltır. "İsteksiz olan, isteklerden arınmış olan, artık isteklere doymuş olan, isteğini kendi içine çevirmiş olan kişinin özü artık dolaşıp durmaz; çünkü o Brahman'dır, Brahma'nın içinde erimiş, çözülmüştür."

H. J. Störig - İlkçağ Felsefesi - Hint Çin Yunan (Sayfa 73-56)

* * *

İnsanları Tanrı'nın yarattığına inanan kimseler şöyle düşünürler: Tanrı, insanları kendindeki insan düşüncesine göre var eder. Öte yandan, inançsız kimseler de şu geleneksel görüşe bağlanırlar: Nesne, ancak özüne uyduğu zaman var olur. Nitekim XVIII. yüzyıl hep şuna inandı: Bütün insanlara özgü ortak bir öz vardır; bu değişmez özün adı insan doğasıdır. Varoluşçuluk ise tam tersini öne sürer bunun: İnsanda -ama yalnız insanda- var oluş özden önce gelir.

Jean Paul Sartre - Varoluşçuluk (Sayfa 10)

* * *

Hintliler, insanın asıl özünün Tanrı olduğuna, ama bunu fark edemediğine inanırlar. İnsan gerçek özünü anlayamadığı sürece, ruhu vücut aracılığıyla dünyaya bağlı kalmaktadır. Kurtulmak ancak ruhun belirli bir gelişmeye varmasıyla olasıdır ve insanların çoğu bir tek ömür boyunca buna erişemezler. (…) Hintli için, tekrar doğmak bir "yaşam sonrası" değildir. Çünkü, tekrar cisimlenmiş olan ruh hâlâ zamana ve kaderine bağlıdır; hâlâ zamandan ve tekrar doğmaktan kaçmaya çalışmaktadır.

Sophy Hoare - Yoga (Sayfa 10-11)

* * *

Önünde, hiç bir Yıldız Çocuk'un karşı koyamayacağı bir oyuncak, bütün insanlarıyla Dünya gezegeni duruyordu. Tam zamanında geri dönmüştü. Aşağıda, o kalabalık kürede, radar cihazları alarma geçecek, büyük teleskoplar gökyüzünü tarayacak ve insanoğluna göre tarih sona yaklaşacaktı. Bin mil aşağıda, uyuyan ölüm kargosunun uyandığını, yörüngesinde ağır ağır kıpırdadığını fark etti. İçindeki zayıf enerjiler onu korkutmuyordu, ama daha açık bir göğü yeğlerdi. Arzusunu dışarıya gönderdi ve dönen megatonlar uyuyan bir kürenin yarısına sahte, anlık bir şafak götüren sessiz bir patlama ile aktı. Sonra düşüncelerini düzene sokup, henüz sınamadığı gücünü düşünmeye başladı. Dünyanın efendisiydi ama ne yapacağından pek emin değildi. Ama bir şeyler düşünecekti.

Arthur C. Clarke - 2001 Bir Uzay Macerası (Sayfa 223)

* * *

Sonra bir zengin söz aldı; "Bize Vermek'ten söz et" dedi. Ve El Mustafa yanıtladı: "Elinizdeki mallardan verdiğinizde çok az verirsiniz. Ancak, canınızdan verdiğinizde gerçekten vermiş olursunuz. Oysa canınız gibi sakladığınız mallarınız gelecekte muhtaç olurum korkusuyla bekçiliğini yaptığınız nesnelerden başka nedir ki? Yarının ne getireceği belli mi? Kutsal kente doğru yol alan Hacılar'ın peşine düşmüş aşırı temkinli bir köpek, kızgın kumların altına bir kemik gömse ne çıkar? Olur da bir şeylere muhtaç duruma düşerim korkusu, gerçekte muhtaç durumda oluşun ta kendisi değil midir?"

Halil Cibran - Ermiş (Sayfa 22)

* * *

Filozof: Doğru bildiği doğrultuda yürürken, doğru bildiğinden şaşmayan bir akıl ve istenç insanıdır. Filozof: Herkesin yaptığını yapmayan; birbirinin gözüne batmamak kaygısıyla, herkesin ödün vere vere davrandığı gibi davranmayan insandır. Filozof: Kendini çevresini sorgulamakla yükümlü insandır. -Bu yükümlülüğü kendisi kendine buyurmuştur.

Nermi Uygur - Salkımlar (Sayfa 175)

* * *

Yalnız evcilleştirebildiğin şeyleri tanıyabilirsin, dedi tilki, insanların tanımaya ayıracakları zamanları yok artık. Aldıklarını hazır alıyorlar dükkânlardan. Ama dost satan dükkânlar olmadığı için dostsuz kalıyorlar.

Antoine De Saint-Exupery - Küçük Prens (Sayfa 85)

* * *

Sanki havaya asılı taze tuz kokusuyla, çevremizi saran saf mavilik hem bedenlerimizi hem ruhlarımızı arıtmış gibiydi. Biz, salın üstünde bulunanlara, medenî insanların meseleleri sahte, yalancı ve insan kafasının yarattığı bozuk ürünler gibi geliyordu.

Bizi sadece tabiat kuvvetleri ilgilendiriyordu. Tabiat kuvvetleri ise salla hiç ilgilenmiyor gibiydi. Ya da belki, salı, denizin düzenini bozmayan, bir kuş veya balık gibi kendini akıntılara, dalgalara uyduran tabii bir şey diye kabul ediyordu tabiat kuvvetleri.

Thor Heyerdahl - Kon-Tiki (Sayfa 89-90)

* * *

Yola çıkmamız lâzımdı artık. Detroit'e giden bir otobüse bindik. Bundan böyle paramız daha yavaş tükenecekti. Eşyalarımızı garajın bir ucundan öbür ucuna sürükledik. Dean'in parmağındaki sargı kapkara olmuş ve tamamen çözülmüştü. İkimiz de gayet pejmürde görünüyorduk, bizim yaptıklarımızı kim yapsa öyle görünürdü.

Otobüs Michigan topraklarında ilerlerken Dean yorgunluktan uyuyakaldı. Ben de taşralı bir fıstıkla sohbete daldım. Kız göğüs uçlarının hemen üstündeki o nefis bronz bölgeyi açıkta bırakan pamuklu bir bluz giymişti. Boş kafalının tekiydi. Verandada mısır patlatarak geçirdiği akşamlardan bahsetti. Eskiden olsa etkilenirdim, ama bunları söylerken gözlerinin içi gülmüyordu, görüyordum, belli ki yapılması gereken şeyleri düşünüyordu.

"Peki eğlenmek istediğin zaman ne yaparsın?"

Konuyu erkek arkadaşlarına, sekse getirmeye çalışıyordum. O iri kara gözleriyle boş boş baktı yüzüme. Bakışlarında yapmak için tutuştuğu şeyi yapamamış olmasından ileri gelen, kanına kuşaklar önce yerleşmiş sıkıntıyı hissetmemek mümkün değildi.

Jack Kerouac - Yolda (Sayfa 223)

* * *

KUYRUKLU ŞİİR

Uyuşamayız, yollarımız ayrı;
Sen ciğercinin kedisi, ben sokak kedisi;
Senin yiyeceğin kalaylı kapta;
Benimki aslan ağzında
Sen aşk rüyası görürsün, ben kemik.

Ama seninki de kolay değil kardeşim;
Kolay değil hani,
Böyle kuyruk sallamak tanrının günü.

CEVAP

Ciğercinin kedisinden sokak kedisine

Açlıktan bahsediyorsun;
Demek ki sen komünistsin.
Demek ki bütün binaları yakan sensin.
İstanbul'dakileri sen,
Ankara'dakileri sen…

Sen ne domuzsun, sen!

Orhan Veli - Tüm Şiirleri (Sayfa 167)

* * *

Biz öteki üçümüz ise ara sıra kaçamak yapar, İzmir'in o Kordonboyu'nun geniş, serin, güzel gazinolarından bir köşeye çekilir, çipura denilen lüferle ispari arası balıklar kızartarak şöyle bir kaç şişe yirmi dokuzluk devirir-bekarlık var o zaman-, Yahudi mahallesine doğru çapkınlığa çıkardık.

İzmir'in yahudi kızları kadar güzel mahluk dünyanın hiç bir yerinde yoktur. Ne beyaz, ne çilli, ne tıkız mahluktur onlar, yarabbim! Etleri çipura balığının beyaz etine benzer: Sert, kılçıklı… Gözleri deniz içi hayvanının gözleri gibi fosforludur.

Kapılarının önünde durmadan söylenirler, İzmir'in rüzgârı göğüslerini açar. Dizkapaklarına gelen fistanları rüzgârlanır. Çıplak, güneşten yanmış ayakları durmadan anlattıkları lâflara göre kâh tepinir, kâh uzanır, kâh leylek gibi tek ayaklarının üzerine muhaverelerine devam ederler.

Yahudice bilirim. Sinemaya davet ederdim. Çoğu derhal gelirdi. Sinemada omzuma başını kordu. Kabak çekirdekleri yerdik. Kızın biraz kirli saçlarından burnuma bir fakir mahalle kokusu gelirdi. İspanyolca konuşur, İzmirlice gülerdik…

Sait Faik - Birtakım İnsanlar (Sayfa 59-60)

* * *

Çok ironik değil mi! Yaşamda en çok onay alan insanlar asla onay aramayan, ona istek duymayan ve ulaşmaya çabalamayan insanlardır. Mutluluk, onay arama gereksiniminin yokluğu demektir. İşte bu konuya uygun küçük bir fabl:

Büyük bir kedi, kendi kuyruğunu kovalayan küçük bir kediye sormuş: 'Neden kuyruğunu kovalıyorsun?'

Yavru kedi yanıt vermiş: 'Bir kedi için en güzel şeyin mutluluk, mutluluğun da kuyruğum olduğunu öğrendim. Bu nedenle onu kovalıyorum, yakaladığımda mutluluğa ulaşacağım.'

Bunun üzerine yaşlı kedi şöyle demiş: 'Gençken ben de evrenin sorunlarına ilgi duymuş ve mutluluğun kuyruğum olduğuna karar vermiştim. Ama şunu fark ettim; ne zaman onu kovalasam benden uzaklaşıyor, ne zaman kendi işime baksam hep peşimden geliyor.'

Wayne W. Dyer - Hatalı Alanlarınız

* * *

Kapıyı çarptı ve gitti. Lydia kanepeye oturdu, kapıya yakın. Bir metre uzağına oturdum. Baktım ona. Harikulade görünüyordu. Korkuyordum. Uzanıp saçına dokundum. Sihirdi saçları. Çektim elimi. "Hepsi senin saçın mı gerçekten?" diye sordum. Biliyordum onun olduğunu. "Evet", dedi, "hepsi benim".

Elimi çenesinin altına yerleştirip son derece becereksiz bir biçimde yüzünü kendime doğru çevirmeye çalıştım. Kendimden emin değildim bu durumlarda. Hafifçe öptüm.

Ayağa fırladı Lydia. "Gitmem gerek. Çocuk bakıcısına para ödüyorum."
"Dur, " dedim, "kal. Ben öderim. Biraz daha kal."
"Hayır, kalamam, " dedi. "Gitmeliyim."

Kapıya doğru yürüdü. Peşinden gittim. Sonra kapıyı açtı. Sonra döndü. Tuttuğum gibi kendime çektim. Yüzünü kaldırıp minicik bir öpücük verdi bana. Sonra geri çekilip şiir sayfalarını tutuşturdu elime. Kapı kapandı. Elimde sayfalarla kanepeye oturup arabasını çalıştırışını dinledim.

Charles Bukowski - Kadınlar

* * *

Geliyorlar Taranta-Babu,
geliyorlar içinden bir yangın alevinin.
Ve bayraklarını dikip
samandan damına
senin toprak evinin…

gelenler,
geri dönseler bile eğer,
kanlı kesik sağ kolunu Somali'de bırakan
Torinolu tornacı artık
çelik çubukları ipek gibi öremeyecek.
Ve kör gözleriyle bir daha
Sicilyalı balıkçı
denizlerin ışığını göremeyecek.

Geliyorlar Taranta-Babu.
Bu ölmeğe ve öldürmeğe gönderilenler
Kanlı sargılarına birer birer
teneke haçlar takıp döndükleri gün,
büyük ve adil Roma'da
hisse senetleriyle aksiyonlar yükselecek,
ve gidenlerin ardından
yeni efendilerimiz
ölülerimizi soymağa gelecek.

Nazım Hikmet - Taranta-Babu'ya Mektuplar (Sayfa 212)

* * *

Meslek yaşamı boyunca çıkardığı 8. Gazete olan Milliyet'i 3 Mayıs 1950 Çarşamba günü eline alan Ali Naci Karacan; "Yahu, bayağı da iyi olmuş…" diye mırıldandı. O gün mürettibinden musahhihine, muhabirinden başyazarına dek 30 kişiyle yola çıkan Milliyet, günümüzün "Doğan Medya Center" ına nasıl geldi? Ali Naci Karacan; DP ve Adnan Menderes'ten kaç para aldı? 1 Ekim 1954'te Milliyet'i yeniden canlandıran Abdi İpekçi; büyüte geliştire, ulusal ve uluslararası ölçekte nasıl etkin bir gazete haline getirdi?

Emin Karaca - Milliyet Olayı (arka kapak)

* * *

Evrenin Saf Dili'ydi bu, herhangi bir açıklamaya gereksinimi yoktu, çünkü Evren'in sonsuz zamanda yoluna devam etmek için hiç bir açıklamaya gereksinimi yoktu. (…) Çünkü bu dili bilen biri, ister çölün ortasında ya daister büyük kentlerin göbeğinde olsun, dünyada her zaman bir başkasını beklemekte olan bir başkasının bulunduğunu kolayca anlayabilir.

Ve bu iki insan karşılaşınca ve gözleri buluşunca, bütün geçmiş ve bütün gelecek artık bütün önemini yitirir, yalnızca o an ve gök kubbe altında her şeyin aynı El tarafından yazıldığı gerçekliği vardır, bu inanılmaz gerçek vardır. Aşk'ı yaratan ve çalışan, dinlenen ve güneş ışığı altında hazineler arayan her kimse için sevilecek birini yaratmış olan El. Çünkü böyle olmasaydı, insan soyunun hayallerinin hiç bir anlamı olmazdı.

Paolo Coelho - Simyacı (Sayfa 103)

* * *

VLADIMIR: Şu da apayrı bir gerçek ki, kollarımızı kavuşturup doğruyu iğriyi tartarken de, yine, insanlığın göğsünü kabartıyoruz. Kaplan, türdeşlerinin yardımına koşarken bir an bile düşünmez. Ya da ormanın en derinine kaçar. Ancak sorun bu değil. Burada ne yapıyoruz biz, kendimize sormamız gereken soru bu. Ne kadar şanslıyız ki, yanıtını biliyoruz. Evet bu büyük karmaşada açık seçik olan bir tek şey var, o da şu: Biz Godot'nun gelmesini bekliyoruz.

Samuel Beckett - Godot'yu Beklerken (Sayfa 88)

* * *

Kalleş bir yağmur başlamıştı. Bardaktan boşanırcasına. Çocuklarını bekleyen bütün analar, ıslanmaktan kurtulmak için koşup atlıkarıncanın saçağı altına sığındılar, bir ben uzun süre oturduğum yerde kaldım. Boynum, pantalonum iyice ıslandı. Avcı şapkam bir bakıma koruyordu beni, ama gene de sudan çıkmış ite döndüm. Hoş, aldırdığım da yoktu ya.

Phobe'nin öyle döndüğünü, dönüp durduğunu görmek öylesine umutlandırmıştı ki beni! Doğrusunu isterseniz, neredeyse bağıracaktım sevincimden. Belki de, o masmavi paltosuyla dönüp durması çok dokunmuştu bana. Keşke siz de orada olabilseydiniz de görebilseydiniz Phobe Reis'i.

J. D. Salinger - Gönülçelen (Sayfa 228)

* * *

Geçirdiğim bütün bu anlamsız hayatta, geleceğimin ta derinlerinden, henüz gelmemiş yıllar içinden, karanlık bir soluk bana doğru yükseliyor ve yaşadığım yıllardan daha gerçek olmayan yıllardan bana sunulan ne varsa, hepsini aynı düzeye getiriyordu. Başkalarının ölümü, bir ananın sevgisi ne umurumdaydı benim? Başkasının tanrısından bana neydi? Başkalarının seçtiği, kabullendiği hayattan, yazgıdan bana neydi?

Albert Camus - Yabancı (Sayfa 114-115)

* * *

Ruhumu yedi kez aşağıladım.
İlki, onu yükseklere ulaşmaktan kaçındığını gördüğüm zamandı,
İkincisi onu topalın önünde topallarken gördüğüm zamandı,
Üçüncüsü kolayla zor arasında seçim yapması gerekip de, kolayı seçtiği zamandı,
Dördüncüsü bir yanlış yaptığı ve kendini başkalarının yanlışlarıyla avuttuğu zamandı,
Beşincisi güçsüzlüğe sabrettiği ve sabrını güce yorduğu zamandı,
Altıncısı bir yüzün çirkinliğini hor gördüğü ve onun aslında kendi maskelerinden biri olduğunu anlamadığı zamandı,
Ve yedincisi bir övgü şarkısı söyleyip de, bunun bir erdem olduğunu sandığı zamandı.

Halil Cibran

* * *

"İyi bir yazarsın Max, ama kadınlarla başarılı olduğun söylenemez."

"Kadınlarla başarılı biri onu götürmüş müdür sence?"

"Elbette, onun her gambitine doğru hamle ile karşılık vermek gerekir. Her doğru hamle sohbeti yeni bir yere götürür ve sonunda avcı avını bir köşede, daha doğrusu yatakta kıstırır."

"Nasıl öğrenebilirim?"

"Öğrenemezsin. Bu bir içgüdü. Bir kadın farklı bir şey söylerken aslında ne söylediğini bilmen gerekir. Öğrenilemez."

"Ne diyordu aslında?"
"Seni istedi ama sen onu almayı beceremedin. Köprüyü kuramadın. Çuvalladın, Max."

"Bütün kitaplarımı okumuştu ama. Benim bir şeyler bildiğimi düşünmüştü."

"Şimdi o bir şey biliyor."

"Ne?"

"Senin hıyarın teki olduğunu, Max."

"Öyle miyim?"

"Bütün yazarlar hıyardır. Bu yüzden yazarak düşünürler."

"Yazarak düşünürler derken neyi kastediyorsun?"

"Yazarak düşünürler, çünkü başka türlü anlayamazlar."

"Ben hep yazarak düşünürüm." dedi Max.

Charles Bukowski - Sıcak Su Müziği (Sayfa 123)

* * *

Filozof İbni Sina'nın bir sufîye şöyle dediği söylenir:

"Eğer görecek kimse olmasaydı görülecek ne olurdu?"

Sufînin yanıtı şu olmuş:

"Gören bir göz olduktan sonra görülemeyecek olan nedir?"

İdris Şah - Doğu Bilgelerinden Seçmeler (Sayfa 164)

* * *

Ben insanlara ilk gidişimde yalnızlara özgü bir delilik işledim, büyük bir delilik: Pazar yerinde göründüm. Ve herkese söz söyleyeyim derken, kimseye söz söyleyememiş oldum.

Friedrich Nietzsche - Böyle Buyurdu Zerdüşt (Sayfa 333)

diYorum

 

50
Derkenar'da     Google'da   ARA