Patronsuz Medya

Beyaz Türk, Halk ve Kurban

Kerem Tuna - 24 Şubat 2002  


Sayın Necdet Şen, Beyaz Türk yazınızda toplumun büyük bir kesimine karşı dayatmacı ve otoriter bir zihniyetle hükmetmeye çalışmış insanların gerçek yüzlerini çok iyi açığa çıkarmışsınız. Bu konuda ben de zaman zaman çeşitli insanlarla tartışmıştım.

Bazen kendi kendimi sorguladığım da olmuştur. Doğunun en sefil şehirlerinden birinde doğmuş ama hayatındaki ideallerin bir kısmını okuyup adam olmak, o çevreden kurtulup daha kaliteli bir yaşam kurmak üzerine inşa etmiş biri olarak ben de nefis muhasebesi yapmışımdır zamanla.

Yazıyı tam da Kurban Bayramı'nın üçüncü gününde okuduğum için ister istemez Kurban hakkında kopartılan yaygaraları düşündürttü bana. Halkına hizmet götürmek, ihtiyaçlarını karşılamak, benimsediği hayat tarzını en kolay biçimde yaşabileceği imkânları sunmak yerine ona kendi düşündüğü biçimde yaşamasını emretmek, kendisinin izin verdiğinin dışında bir yaşam tarzına tahammül edememek anlayışı sanırım Beyaz Türkler'in genel özelliklerinin en başında gelir.

Türkiye'de gerek kırsal kesimlerde gerek büyük şehirlerde insanlar yıllardır Kurban Bayram'larında son birkaç yıldır TVlerde, gazetelerde bangır bangır eleştirilen biçimde kurbanlarını kesiyor. Bu yeni oluşmuş bir şey değil; biraz daha hoyratlaştırılmıştır belki ama aşağı-yukarı aynı şeyler yaşanır on yıllar boyu.

Kimbilir, o halk yığınları o zamanlar henüz monşerlerimizin yalılarının dibine kadar giremedikleri için bunları görmedi beyzadelerimiz, belki de görmezden geldi. Ne de olsa bir yandan da "bana değmeyen yılan bir yasasın" cıydılar. Varsın o pis köylüler kendi kapılarının önünü kirletsinler. Ama ne zamanki jipleriyle, mersedesleriyle geçtikleri yolların kenarında Kurban kesmeye başlandı o zaman bir çaresi bulunmalıydı bu işin. Yasaklarsın efendim, kesersin cezayı olmazsa; görür gününü o kıçına dön almaya parası olmadığı halde gidip kurban kesmeye kalkan pis yaratıklar!

Yurt dışında yaşadığım için TV'leri izleyemedim ama internet baskılarında gördüm kadarıyla bütün gazeteler yasağın uygulanmamasını eleştiriyorlar; ceza kesilmeyişinden dert yanıyorlar (kendilerine kuralları uygulamaya kalkanları da kriz tetikçisi diye ilân ettiklerini hatırlatmanın gereği yok sanırım). Sanki yasaklanırsa cezalar kesilirse sorun çözümlenecekmiş gibi…

Burada benim en çok dikkatimi çeken husus sorunların çözümü için kolaycı, uygulanabilir ve pratik yöntemler üretmek yerine yasak koyucu, cezalandırıcı bir anlayışın matah hale getirilme çabasıdır. İttihat ve Terakki'den miras bu yönetim anlayışı ancak yasaklar, ceza keser. Nasıl olsa konulan o yasakları kendilerine uygulamaya kalkışacak bir serseri(!) çıkmaz; çıkacak olursa da Mersin'deki polisler gibi görür gününü.

Aslında gazetelere yansıyan o Kurban kesme şeklinin -tabii ki- savunulacak bir yanı yok. Ama ben kurbanını o şekilde kesen insanlarda suç bulamıyorum.

Her 1000 konuta 5 m2 bile yeşil alan düşmeyen, hiç bir sosyal tesis kurulmamış; ucube apartmanlarla dolu bir şehirde insanlar kurbanını nerede kesebilir ki? O insanlara "al davarını getir bilmem kaç km. ötedeki kesim merkezinde saatlerce kuyrukta bekle ben sana keserim" demekle çözüm mü üretilmiş olunuyor?

Bir de adamcağızın işiteceği azar, göreceği hakaret de çabası. Soruyorum kendi kendime, bu ülkede kurban yeni mı kesiliyor? Neden şehirler gelişirken bu işin de planlaması yapılmaz?

Ama cevabını bulmak da zor değil. Çünkü bu ülkedeki yönetim anlayışı hizmet götüren değil, buyuran ve yasaklayan bir anlayıştır. Çünkü öyle bir tesis kurmaya kalkan yerel yönetici "mürteci" olur. Hiç lâik Türkiye Cumhuriyeti'nde bir idare halkın dinin inançlarını yerine getirmesi için tesis inşa edebilir mi? Kimse cüret edebilir mı fincancı katırlarını ürkütmeye? Ne yapacaksın? Yasaklayacaksın, ceza keseceksin; ne var canım kurbanlarını da kesmesinler diyeceksin. "Bak biz de Müslümanız, kurban kesmedik diye dinden mı çıktık" deyip piş piş sırıtacaksın. Düzenin yamağı kimi cahillere fetva ısmarlayıp halka kendi ön gördüğün dini inançları dikte ettireceksin.

O nedenle ben kurbanını gelişi güzel kesenlerde bir küsur bulamıyorum.

Dünyanın hiç bir yerinde halk yığınları öyle bizde "Ayy şekerim bir göreceksin Şanzelize'yı, sokaklar pırıl pırıl bir tek çöp görmedim. Adamlar medenî ayol" diye anlatıldığı gibi bütün kötü huylardan arındırılmış, steril kalabalıklar değildir.

Londra'da gece yarısı sokağa çıkarsanız barlardan çıkmış sarhoş İngilizler'in boklarına basmamak için basınız hep önünüzde yürürsünüz. Ama gündüz caddeler pırıl pırıldır. Çünkü sabahın köründe temizlikle görevli insanlar işlerine başlamış ve mükemmel işleyen bir sistem her yeri tekrar pırıl pırıl yapmıştır.

Madrid'de yürürken sokağa çöp atmaya kalksanız bile hemen burnunuzun dibindeki bir çöp kutusu gözünüze batar, copunuzu o kutuya atmak daha kolayınıza gelir.

Ama İstanbul'da sabah ise giderken aldığım poğaçanın kâğıdını akşam evdeki çöp kutusuna attığımı çok hatırlarım. Çünkü ne kadar isteseniz de yolunuzun üzerinde kolayca bulup copunuzu atabileceğiniz bir çöp kutusu yoktur, olsa da ağzına kadar doludur. Kimi zaman içinizden "ulan bu piş şehri ben mı temiz tutacağım" deyip o copu rastgele bir yere fırlatmak da gelir.

İşte asil, İstanbul'u pis; Madrid'i temiz şehir kılan bu ayrıntıdır. Yoksa bizim ayı, İspanyolların medenî oluşu değildir söz konusu olan. Ben bizim kıro dediklerimizin eline şu bile dökemeyecekleri ne kırolar gördüm buralarda…

Hep Batı, Batı diye yanıp tutuşan bizim dar kafali, taklitçi, kompleksli Beyaz Türkler'imizin anlayamadığı noktaların başında bu gelir. Belki de anlıyorlardır ama işlerine gelmiyor. Çünkü iktidar onlarda. Yani düzenlemeyi onların yapması gerekir. Ama onlar böyle işlerle uğraşacağına halkı suçlama kolaycılığını seçerler; böylece hem beceriksizliklerini örtmuş hem de iktidarlarını güçlendirmiş olurlar.

Onlar halkına yasaklarla, cezalarla yön vereceklerini düşünürken Avrupa'li seçkinler, "halkımın ihtiyaçlarını en kolay şekilde görebileceği sistemleri nasıl geliştiririm" diye kafa yürüyor. Örneğin, geçtiğimiz yıl Madrid Belediyesi çevre sağlığı açısından bir geri dönüşüm (recycling) projesi başlattı. Bunun için "bak şu şişeyi şu renkli kutuya atacaksın, okuduğun gazeteyi bu renkli kutuya atacaksın yoksa ceza veririm" şeklinde bir yöntem yerine özellikle çocuklara bunu neşeli bir oyun gibi sunan afişler, broşürler hazırladı, çok hoş reklam filmleriyle kampanyasını tanıtmaya çalıştı.

Bir gün bütün TVlerde bu ise en iyi önemi veren beş kapıcının Kanarya Adaları'nda tatile gidişlerinin haberi görüldü. Meğer belediye, kapıcıların çöpleri nasıl döktüklerini, geri-dönüşüm için o apartmanların önüne bırakılmış değişik renk ve amaçtaki çöp kutularına gereken itinanın gösterilip gösterilmediğini hep gözetliyormuş ve hayatlarında hiç böyle bir tatil imkânı bulamamış, hiç birisi daha önce uçağa binmemiş bu beş kişiyi ödüle lâyık görüp tatile göndermeye karar vermiş.

Sonuçta bu, diğer kapıcılar için de bir teşvik oldu.

Birkaç günden beri düşünüyorum. Söz gelimi İspanyolların hepsi şu an İslâmiyet'i kabul etseler acaba kurban ibadeti nasıl yerine getirilirdi diye… Burada yaşadıklarım ışığında bu sorunun cevabını söyle verebilirim:

Belki ilk yıl daha önce böyle bir tecrübe yaşamamış olan yerel yönetim oldukça başarısız olur, bizdekinden daha büyük bir kaos yaşanırdı. Ama daha o ilk bayramın bitiminden itibaren bir sonraki yıl için hazırlıklar yapılmaya başlanırdı. Forumlar baştirilir ev ev dağıtılırdı. İnternette bu iş için bir site açılır; 900'lu bir hat bu ise tahsis edilirdi. İsteyen o formları doldurarak, isteyen internet üzerinden isteyen de 900'lu hatlar vasıtasıyla bir dahaki yıl kurban kesip kesmeyeceğini, bunu nerede yapmak istediğini, kurbanını kesmek istediği yerin belirlenen kriterlere uyup uymadığı, uygun yeri olamayanların belediyeden yer talebinde bulunup bulunmadıkları, kasap, kurbanlık seçimi vb daha birçok konuların nasıl düzenleneceği konusunda bütün bilgiler toplanırdı.

Daha sonra kaç kasaba ihtiyaç olduğu, bu iş için nerelerde ne kadarlık alan tahsis edilmesi gerektiği, kurbanlıkların bu alanlara nakli için ne kadar vasıtaya ihtiyaç duyulduğu vb bütün bilgiler ortaya çıkarılırdı. Başvuruda bulunanlara hangi saatte, nerede kurbanlarını kesebilecekleri, bunun için gerekli aracı kendilerine ne zaman gönderileceğine varıncaya kadar bütün ayrıntılar tek tek bildirilmek suretiyle bu iş programlanırdı, tüm tedbirler alınarak uygulamaya sokulurdu.

(Bu yazdıklarım size ütopya gibi gelebilir ama benzeri bir olayda yapılan çalışmadan örneklemeye çalışarak böyle bir şey düşündüm.)

Bu durumda bizdeki görüntüler ortaya çıkar mı? Tabii ki hayır. Peki buradaki fark bizim halkımızın ayı oluşu mudur yoksa bizde işbaşına gelenlerin sorun çözmek yerine sorunlar yumağına bir ilmik daha atma kolaycılığına kaçmalarından mı kaynaklanmaktadır? Veya bizdeki kurban kesim manzaralarına bakarak "müslümanlar barbar" diyebilir miyiz?

İstisnalar her yerde vardır, hayvana eziyet edenlere her yerde rastlayabilirsiniz. Buna bir şey diyemiyorum. Haşmet Babaoğlu, Kurban Bayramı'nın ilk günü yazdığı yazısında bizim "kardeşinin kanını döken Kabil'in" soyundan geldiğimizi hatırlatıyordu. Müthiş bir ayrıntı, gerçekten çoğumuz düşünmeyiz bile… Bu nedenle herkesten bir ibadeti yerine getirmede bile aynı titizliği, aynı ince düşünceyi göstermesini bekleyemezsiniz.

Elbette her toplumda birtakım ruh hastaları çıkabilir. Ama çoğunlukla fiziksel koşulların bozukluğuna bağlı olarak ortaya çıkan bir sonucu "müslümanlar barbar", "hayvan katili" nitelemeleriyle geçiştiremezsiniz.

Çocukları oyun oynayacak alan bulamadığı için yol ortasında oynayan, sokakları çamurdan geçilmeyen, her türlü altyapısı bozuk, çarpık bir şehirleşmenin kurbanı İstanbul'da yaşıyor diye bu insanların ibadetlerini yerine getirme isteklerini yasaklarla da savamazsınız.

Onları aşağılamakla, yukarıdan bir bakış acısı ile onları hayvan düşmanı diye nitelemek sadece ve sadece halkına yabancılaşmakla açıklanabilir, ki bu da bizim Beyaz Türk'lerin en bariz hastalığıdır.

Çevremde kurban kesen insanlara bakıyorum, çoğu öyle hayvan düşmanı falan değil. Meselâ, babam "koyde "davara gittiği" yıllarda "deli koyun" olarak adlandırdığı bir koyunun, keçilerin bile ulaşamayacağı sert ve dik bir kayaya çıktıktan aşağı inemediğini, sonuçta hayvancağızın düşüp öldüğünü, bunun için ne kadar ağladığını" her anlatışında hâlâ gözleri dolar. Ama aynı babam bir Kurban Bayramı sabahında elini ayağını bağladığı bir hayvanı kıbleye doğru çevirip bıçağı boynuna dayadığında hiç elleri titremez.

Orada kendi ruhuyla birlikte o hayvanın, etrafında kendisini seyreden aile fertlerinin ve tüm kâinatın o inandığı Allah'ın azameti ve merhameti karşısında ne kadar aciz, ne kadar fanî olduğunu düşünür; o akıttığı kanla istediği anda kendi canını veya bir başka canlının canını alabilecek olan yaratıcısının emrini yerine getirmenin mutluluğunu yaşar. O emri yerine getirmek için kendisine aracılık eden, bu kutsal eyleme vesile olan hayvanla kendi ruhunu bütünleştirerek, ona içinden teşekkür ederek…

(Yazıyı okuyanların bir kısmı "vay be herif babasının içinden geçenleri bile okumuş" diye geçirebilir ama dini terbiyesini babasından almış biri olarak O'nun bu konuda ne düşündüğünü biliyorum.)

İşte Beyaz Türklerin anlayamadığı noktalardan biri de budur. Ulvi değerlerin peşinden koşmak, iç huzuru aramak, bu dünyanın sunduğu maddî değerlere ruhunu satmadan hayatı sürdürebilmeye çalışmak herkesin anlayabileceği şeyler değildir.

Aslında bırakın yukarıda verdiğim örneğe benzer bir düzenleme yapmak, belki halkın tamamen kendi kendine bırakılsa işler bu boyutta kotu olamayabilirdi. Özellikle laikçi-terör şeklinde temayüz eden bir zihniyetin iyice hissedilmeye başlandığı günümüzden birkaç yıl öncesinde halki hem Kurbanin bir ibadet olarak yerine getirilmesinde bilinçlendirmeye calisan hem de bu isi eyleme dokmede oldukca basarili olan birtakim cemaatler, vakıflar, ceşitli hayır kuruluşları ve dernekler mevcuttu.

Bu müesseseler geçmişte başarılı organizasyonlarıyla halkın bu ihtiyacını bir nebze olsun yerine getirebiliyorlardı. Ama o sizin bahsettiğiniz bir avuç şımarık, zıpır insanlar ellerindeki iktidarları kaybetme korkusu ile suni korkular yaratıp her türlü toplumsal örgütlenme çalışmalarının önünü kestikleri için bir anlamda -dolaylı da olsa- hayvan haklarına da en büyük darbeyi kendileri vurdular.

Üniversite yıllarında böyle bir irtica(!) yuvasında kalmıştım. Her yıl Kurban Bayramı'nda yüzlerce insan kurbanını orada kestirirdi. Hayvanların alımından kesimine hiç bir şeye karışmazlardı. Sadece kendilerine belirtilen saatlerde gelip kurbanlarının başlarında bulunurlardı. Kesim yapıldıktan sonra birçoğu etin tamamını orada bırakır, bir kısmı komşularına ve fakirlere dağıtmak üzere bir parçasını alıp gerisini bağışlarlardı. Yüzden fazla üniversite öğrencisini barındıran yurdun gelirinin büyük bir bölümü bu yolla sağlanırdı.

Hepimiz fakir öğrencilerdik. Okuldan yurda gidip gelecek parayı bulamadığımız, otostopla, olmazsa yürüyerek okula gittiğimiz çok olmuştur. Ailelerimiz belki İstanbul'da o imkânlarıyla bizi okutamazlardı ama o yurdu açan insanlar bize bu imkânı sağlamaya çalışıyorlardı.

Hiç unutmam, Eczabaşı'nın efsanevi kaptanı Hülya her şampiyon oluşlarında bir adak kurbanı bağışlardı yurdumuza. Her yıl üst üste şampiyon oluşlarında bizim dualarımızın payı olduğunu söylerdi. Benimle birlikte mezun olanların birçoğuyla görüşüyorum. Hepsi pırıl pırıl insanlar. Hiç birimiz ne o yurtları kapatmak için çaba gösterenlerin iddia ettiği gibi şeriatçı, bölücü olduk ne de birtakım insanların halkı korkutmaya çalıştığı şekilde Hülya Hanım gibi mayo giyip voleybol oynayanları kılıçtan geçirmeyi aklımızın ucundan geçirdik.

Tam aksine, bugün hâlâ yediğimiz o lokmalarda Hülya Hanım gibi insanların hakkını düşünüp onlara şükranlarımızı sunarız.

Ne hale getirdiler değil mi memleketi? Şimdi mümkün müdür bir bayan voleybol takımının şampiyon olduktan sonra gidip bir hayır kurumuna kurban bağışında bulunması? Gurbette olduğumdan mıdır nedir, hüzünlendim birden. Artık daha fazla yazamıyorum Neco kardeş… Kal sağlıcakla e mi?

İyi Bayramlar.

diYorum

 

70
Derkenar'da     Google'da   ARA