Patronsuz Medya

Livaneli'nin "Veda"sı

Kâmuran Kızlak - 13 Nisan 2010  


Hani bazı sanatçılar vardır, ne yapsalar eserlerine kayıtsız kalamazsınız ve mutlaka takip etmek istersiniz. Yani aranızda sizi ona bağlayan bir nevi gönül bağı oluşmuştur. İşte Zülfü Livaneli de benim için öyle bir sanatçıdır.

Son eseri olan "Veda" filminin gösterime girdiğini duyunca memleketten on iki bin km kadar uzakta olduğum için çok hayıflandım. Memlekete geldiğimde DVD'sini alır ondan izlerim artık dedim.

Pek uzak olmayan bir zaman önce "Mutluluk" kitabı çıkmıştı, ardından da filmi. İnsan kendini "bu ne üst düzey bir 'entellektüel' üretkenliktir böyle, yazılar, kitaplar, türküler, filmler peş peşe geliyor" demekten alamıyor.

Zat-ı şahaneleri hakkında derin takdir hisleri besleyen biri olarak, uzun zamandır aklımda dolaşıp duran düşüncelerimi biraz toparlayıp bir mektup şeklinde iletmek istedim.

Bu girizgâhtan sonra izninizle mektubuma geçeyim.

Değerli Zülfü Bey üstadım;

Hatırlayabildiğim kadarıyla bütün kitaplarınızı okudum, gazete yazılarınızı da aksatmadan okumaya çalışıyorum. Ben de ve benim kuşağımın ruhunda çok özel izler bırakmış olan müziklerinizin tınısı her daim kulaklarımdadır.

Bütün filmlerinizi izledim. Avrupa'daki sanatsal-kültürel faaliyetleriniz hakkında bile bilgi sahibi olmaya çalışırım. Avrupalı entellektüel çevrenin size "bravolar, aferinler" gönderip duran o onaylayıcı tavırları bir Türk olarak bana gurur verir. Bu kendini beğenmiş Batılıların sizi adeta kendilerinden biriymiş gibi görmeleri, "siz hiç Türklere benzemiyorsunuz" demeleri göğsümü kabartıyor.

Buralarda (Hong Kong diye bir yer) sohbet ettiğimiz Batılılara büyük bir gururla sizden bahsediyorum. Karşıma çıkanlar sanata-kültüre biraz uzak düşen kesimden tabi ki. Yani hayat gailesi içindeki insanlar. Bu nedenle olsa gerek, henüz sizi tanıyan biri çıkmadı. Nazım Hikmet'i, Orhan Pamuk'u ve hatta Neşet Ertaş'ı bile bilenler çıktı ama sizin isminiz onlara tanıdık gelmiyor. Belki de eserleriniz dar bir çevreye; yani, sadece "seçkinlere" ve "entellektüel" Avrupalıya hitap ediyordur, ondandır.

Gerek Avrupa'da, gerek Türkiye'de sizi takdir eden ve elinizden çıkan işleri nadide eserler olarak gören ciddi bir "aydın" ve "seçkin" çevre var zaten, sizin de bildiğiniz gibi.

Sizin de bildiğiniz gibi, bizim memlekette meyve veren ağacı taşlarlar. Ne mutlu ki çoğumuz artık bu durumun farkındayız ve bu yüzden "eserlerinizin içinde dişe dokunur bir şeyler bulunmadığından, okumanın/izlemenin zaman kaybı olduğundan" bahseden ve "üç gram şeker için bir çuval odun (yani keçiboynuzu) yemeye" benzeten o fesat adamların lâflarına da hiç aldırış etmiyorum.

Hatırlatmak haddime düşmez ama sizi çekemeyen bu adamların eleştirilerine bence siz de kulak asmayın. Zaten bu insanlar size kayıtsız kalsa, elinizden çıkan işleri önemsiz ve sıradan bulsa ve hatta protesto etse ne yazar ki! Bunlar ne Avrupalı entellektüel çevreden, ne o çevreyle köprüden geçerken sürtüşen bir tarafları, ne de Kemal Sadık Göğceli'nin yakınlarında görülmüşlükleri falan var.

Dolayısıyla, protesto bile etseler kaldıracakları tozdan üzerinize bir zerre konmaz. Belki sadece biraz "bu adamlar benim gibi sanatçılığı ve entellektüelliğini Avrupa'nın bile tescil ettiği bir seçkini nasıl protesto ederler?" diye içlenirsiniz, hepsi bu. Bu zevat anlamasa bile "Avrupalı seçkinler" sizin değerinizi takdir eder. Onların takdirini almadıktan sonra yapılan işin ne anlamı var ki zaten?

Onlar varsın bildiklerini söylesin. Böyle işi gücü yapılan iyi şeylere fitne sokmak olan adamlar her yerde var. Okurlarınız zaten onlarla aynı fikirleri paylaşmıyor gördüğüm kadarıyla. Kitaplarınızı okuyan kimi görsem, hepsi beğendiğini ve hayat hakkında bir şeyler öğrendiğini söylüyor. Zaten bir kaç baskı yapmalarından ve günlerce çok satanlar listesinde kalmalarından da belli bu başarınız.

Ne mutlu ki eskiden Leo Buscaglia* falan okuyan memleket insanı şimdi hayat hakkındaki irfanını sizin eserlerinizden nasiplenerek artırıyor.

Bu büyük felsefeci yazarın sevgi, mutluluk, hayatın anlamı vs üzerine yazdığı kitaplar peynir ekmek gibi satardı bizim üniversite öğrencisi olduğumuz yıllarda. Binlerce sayfa yazı yazan ve seminerler veren muhteremin ettiği lâflar galiba kendine bile pek anlamlı gelmemiş olmalı ki epeyce bir zaman önce intihar ettiğine dair haberler okumuştum gazetelerde. Mekânı cennet olsun.

Size ne zaman bir televizyon kanalında rastlasam kendimi sanki "Derviş Yunus" u dinliyormuş gibi hissederim. Söylediklerinizin "Hepimiz kardeşiz, bu kavga ne diye. Sevelim sevilelim, mutlu olalım, dünya kimseye kalmaz" mealindeki felsefî derinliği gönül telimi titretir ve "işte bir sanatçı ve entellektüelin ulaşabileceği felsefî derinlik ve olgunluk budur" derim.

Veda

Galiba lâfı fazla uzattım, sadede geleyim. Son filminiz "Veda" eminim ki, aynen öncekiler gibi önemli bir sinema eseridir. Sizin ifadenize göre filminiz bir "dostluğun" hikâyesini anlatıyormuş. Yani, Atatürk ile yaveri Salih Bozok arasındaki dostluğun hikâyesini.

Siz Mustafa Kemal'in yakın çevresindekilerle kurduğu o derin dostluk ilişkilerinden birini anlattınız ya, hemen muarızlarının da sesi çıkmaya başladı.

Sizin gibi entellektüel kalibresi Batı'dan onaylı birinin bilmemesi mümkün değil ama haddim olmayarak söylenenleri yine de şöyle bir özetleyivereyim: Psikoloji/Psikiyatri denilen münafık ilmin anlattıklarına göre, "dostluk" denilen o gönüldaşlık ancak eşit düzeyli ilişkilerde mevcut olabilirmiş. Bir tarafın diğerine tabi olduğu veya biat ettiği ilişkilere "dostluk" denmezmiş. Bu ilişki biçimi, hangi ad ile anılırsa anılsın, bir nevi "köle-efendi" ilişkisiymiş.

Yazılanlara göre, bu çeşit ilişkilerde bir taraf kendini diğerine "bilâ kayd-û şart" adarmış. Biat ederek ve hatta neredeyse tapınarak kendini var edermiş. Ruhiyâtçı Arno Gruen buna "Tanrı yaratma yoluyla kendini bulma" diyormuş. O güç onu terk ettiğinde, öyle bir hiçlik duygusuna gark olurmuş ki maazallah intihara bile kalkışabilirmiş. Yani, böyle söylüyor bu muarız taifesi.

Ta 1968'lerden beri, ilişkileriniz mehteran bölüğü gibi iki ileri bir geri olsa bile, az buçuk beraber yol yürümüşlüğünüz olan bu insanların bugüne kadar size doğrudan ve açıkça eleştiri yönelttiklerini hatırlamıyorum. Artık onlar da başladı.

Tabii ki, zaten bildiğiniz gibi, bu lâfları edenlerin neredeyse tamamı Mustafa Kemal ve Kemalizm karşıtı solcular. Bunlar artık bizim gibi Kemalizm'deki sol damardan beslenenlerle yollarını ayırdılar. Hatta artık bizi solcudan bile saymıyorlar.

Bir zaman öncesine kadar bazıları mahpushanede bile sizin Türkülerinizi söyleyen bu adamlar şimdi kalkmışlar sizin için "vasat bir yeteneğin elinden önemli işler çıkmaz" kabilinden ileri geri lâflar ediyorlar.

Rivayete göre tam devrim olacakken…

İsa'dan (12 Eylül) önce, devrimin neredeyse eli kulağında, akşamdan sabaha beklenir olduğu zamanlarda, bütün o solcular sizin Deniz Gezmiş, Kızıldere ve Devrim üzerine yaktığınız türküleri dinliyorlar ve söylüyorlardı. Devir öyle bir devirdi.

Sizin aklınızdan elbette böyle bir ikbal beklentisi geçmez, biliyorum; ama o zamanki devrimciler size neredeyse Türkiye'nin Victor Jara'sı misyonu yüklemişlerdi. Sizi öyle görüyorlardı.

Lâkin, yaktığınız onca devrim türküsüne rağmen, o beceriksiz adamlar bir türlü devrim yapmayı beceremediler. Onca devrim türkünüz de boşa gitti. Bu iş bilmezlikleri için devrimcilere ne kadar kızsanız hakkınızdır.

Victor Jara'ya benzetilmek elbette biraz yakışıksız bir durum, ben de farkındayım. Stadyumda parmakları kırılarak, kolları bacakları kesilerek öldürülen, kırık parmaklarıyla gitar çalmaya kalkacak kadar cesur, inançlı ve ölene kadar başı dik kalmış dik kafalı bir sosyalist ile sizin ne gibi bir benzerliğiniz olabilir?

Sizi ne diye bu Şilili ozana benzetmeye çalışırlar, bir türlü anlamam. Onların devrim için uğraştığı o dönemde siz zaten Türkiye'de bile değildiniz ki. Memleketi kurtarma mücadelenizi İskandinav ülkelerinden birinde veriyordunuz. Buna bazı münafıklar konformizm falan diyorlar. Benim buna inanmam elbette mümkün değil. İnanmamak için elimde iyi bir nedenim var.

Şöyle ki; Hikmet Sami Türk'ün Adalet Bakanlığı döneminde cezaevlerinde yapılan "hayata dönüş kıyımları", pardon, "operasyonları" öncesi arabuluculuk rolü üstlenip, yanınıza kattığınız bazı Avrupalılarla birlikte ne kadar çaba sarf ettiğinizi bugün gibi hatırlıyorum.

Bir mahpushanede yaptığınız bir görüşme çıkışında -detayları hatırlamıyorum, doğrudan orada bekleşen yabancı basın mensuplarına dönüp heyecanla "The members of Turkish parlament…" diye başlayan arabuluculuk raporunuzu deklare edişinizi hiç unutamıyorum. Raporu neden İngilizce konuşarak verdiğinizi ilk anda pek anlayamamıştım.

Galiba orada haber almak için bekleşen Avrupalı dostlarınız ve basın mensupları vardı. Ee, bu dostlarınız olup bitenlere dair son durumu sizden değil de, gidip "İnsan Hakları" davası güden, bunun için bir sürü risk alan ve bedeller ödeyen bir sivil toplum örgütünden veya mahpusların avukatlarından duyacak değillerdi ya.

Bir orta yol bulabilmek için bakanlarla, milletvekilleriyle, Türk ve Avrupalı aydın-entellektüellerle, bazı yerli yabancı sivil toplum örgütleriyle yaptığınız bire bir temasları gayet iyi hatırlıyorum. Cezaevlerinde ölümlere neden olan operasyonlar başladığında ortalıktan kaybolsanız bile, böyle birine "konformist" denir mi hiç?

Sadece konformist deseler neyse. İnsan "ne olmuş yani biraz rahatıma düşkünsem, kim rahatı sevmez ki" deyip belki hoş görebilir. Sanatçıların rahat yaşatılması ve el üstünde tutulması gereken nadide insanlar olduğunu zaten her sanat ve sanatçı dostu bilir. Fakat, ağızlarından dökülen "Zülfü Livaneli ne yaparsa sadece kendisi, kendi ikbal ve istikbal beklentileri için yapar" mealinde densizce lâflar insanın tepesini attırıyor.

Sanki kendinizi Avrupalılara göstermeye, kanıtlamaya, sahnenin önündeki adam olmaya ihtiyaçınız varmış gibi. Avrupalı bu elit topluluk sizi zaten tanıyıp biliyor. O zaman ne diye bulanık suda balık avlama açıkgözlüğüne tevessül edesiniz ki? Bunun size nasıl bir getirisi olabilir? İşte bunu anlayamıyorlar.

Bu münafık adamların bu lâflarını biz hayranlarınız tabii ki önemsemiyoruz. Sizin böyle bencil birisi olmadığınızı herkes biliyor. Bence bu adamları mahkemeye falan vermeyi düşünmeyin. Sonra kalkıp "haklılığını insanların vicdanında değil, mahkemelerde arıyor" diye lâflar ederler.

Diyorlar ki; keser döndü, sap döndü…

Size lâf edenlerin bazıları sanatınız ve sanatçılığınız yüzünden, yani memleketinde söylediğiniz türküler nedeniyle kovuşturmaya uğradığınızı, aranan bir sanatçı olduğunuzu ve bu yüzden memleketten kaçıp o İskandinav ülkesinde siyasî sığınmacı olarak yaşadığınızı bilmez.

Kaçmasanız muhtemelen 12 Eylül cuntası sizi de kodese atar ve bir kaç zaman yatırırdı. Gerçi siz memleketi çok daha önceden terk etmiştiniz, galiba 12 Mart cuntası döneminde. Kaçmakla, cunta gidip ortalık iyice durulana ve sizin için tehlike geçene kadar dönmemekle çok iyi etmişsiniz. Zira o cunta mahpushanelerinde yapılanların insana reva görülemeyecek alçaklıklar olduğunu kendi tecrübelerimden biliyorum.

Cunta bir defa içeri attı mı, ondan sonra işiniz yoksa o buram buram Devrim kokan türküleri niye yaktığınızın hesabını verin verebilirseniz. Gerçi o türkülerde bir vebaliniz olmadığını daha sonraları sizin ağzınızdan duyup öğrendim; ama korkarım bunu cuntacılara anlatamazdınız.

İstanbul belediye başkanlığına aday olduğunuz dönemde bazı televizyon kanalları sizin aleyhinizde çalışıyordu ve üstünüze çok geliyorlardı. Kalp spazmı geçirtip sizi bir hastaneye yatmak zorunda bile bıraktılar.

İşte o günlerde aleyhinizde çalışan bir kanalın muhabiri size "Gemerek'te çevirmişler Deniz Gezmiş'in yolunu" isimli türküde geçen "uzatmalı itin biri Yusuf'u gafletle vurmuş" dizesini sordu ve "yani ordu mensubuna 'it' mi dediniz" diye bir demagoji yaptı. Siz "bu bir halk türküsü, ben sadece söyledim" mealinde bir karşılık vermiştiniz ve bunun için sizi sorumlu tutmalarının büyük bir haksızlık ve hatta terbiyesizlik olduğunu söylemiştiniz.

Sizin bu savunmanızın üzerinden bir iki gün geçmişti ki o günlerin pek tutulan Solcu bir gazetesinde (yoksa dergi miydi, tam hatırlamıyorum) "yaktığı türküleri sahiplenebilecek ve savunabilecek yürekliliği olmayan (…) ucuz ve fazlasıyla küçük düşürücü kaçamaklara sığınmanın kendisini ne kadar gözden düşürdüğünün farkında değil; işte şimdi kaybetti." kabilinden haksız bir yazı çıkmıştı.

Tabi ki buralıların gözünden düşmekten bahsediyorlar, Avrupalı entellektüel çevrenin değil. Yazıda bahsedilenlerin çoğunu unutmuşum, üstünden uzun zaman geçti. Hatırladığım kadarıyla içinde bolca "istikbal", "ikbal beklentisi için geçmişini karalamak" falan gibi bir şeyler geçiyordu.

* * *

Değerli Zülfü Bey, size yazmakta olduğum bu mektubun baş tarafını dönüp tekrar okuduğumda bir muarızınızın yazdıkları aklıma geldi. Madem ki bir mektup yazıyorum, bunu da ileteyim bari dedim.

Bu zat "Sis" filminiz hakkında mealen şöyle lâflar etmiş:

"Filmi benim de bir ucundan dâhil olduğum 'bizim hikâyemizi' anlatıyordur zehabıyla izledim. O da ilk ve son oldu zaten. Ben Livaneli'ye ta o zamanlar 'veda' ettim-aynen onun bize veda ettiği gibi. 12 Eylül'ün ilk gününden itibaren cuntacıların, onlar adına kalem oynatanların ve kapıkullarının dillendirip durdukları 'kardeşin kardeşi vurması'demagojisini işleyen bir film yapmak her halde 'sanatçı duyarlılığı ve sorumluluğu' olmalı…"

Hızını alamayıp devam etmiş:

"Bu nevi sanatçılar öyle derin ve ince düşünürler ki olmayan bir olayı (yani bir palavrayı, demagojiyi) olmuş gibi kabul edip 'kardeş kardeşi vuruyordu, Cuntacılar mecbur kaldı'deyiverirler zımnen. Böyle bir şey kendine 'aydın, entellektüel' diyen biri için en azından utanç verici olmalı. Film yapmak için konu olarak bula bula cuntacıların kendilerine haklılık oluşturmak için uydurdukları bir demagojiyi mi buldunuz?"

Böyle yazıyor bu zat.

Bu adamın ettiği lâflar beni bile daraltmaya yetti de arttı. Sizin üzülmenizi istemediğim için bu adamın yazdıklarında daha fazla bahsetmek istemiyorum.

Mektubu bitirirken sizin adınıza beni çok mutlu eden bir durumdan da bahsetmek istiyorum. Basından okuduğum kadarıyla "Veda" filminizi başbakan da izlemiş ve siz de ona bir nevi mihmandarlık etmişsiniz. Filmi çok beğendiğini söylemiş. Sağ cenahtan böyle söyleyen daha başkaları da var.

Bence şu anda istikbal hakkında düşünmeye başlamanızın tam zamanıdır. Bana öyle geliyor ki bir sonraki dönem için Unesco genel sekreterliğinin bile yolu açılmış olabilir. Yani, bu hükümet sizi aday göstermeyi veya desteklemeyi harbiden düşünebilir.

Size uzatılan bu eli geri çevirmeyeceğinizden eminim. Memleketin hayrı için.

Yorumlar

Bir iki hafta önce Livaneli'nin bir romanını (Leyla'nın Evi) okudum. Vasat bir roman nasıl olurmuş bizzat tecrübelemekti amacım. Nedense, kendisinin "on parmağımda on marifet" gazıyla edebiyat işine soyunmuş olduğu izlenimi hasıl olmuştu bende.

Romanı okuduğumda önyargımın beni yanılttığını gördüm. Zira roman vasat değildi. Bir yere yetişiyormuş hızıyla çala kalem yazılmış bir hikâye, olayların içine gelişigüzel sokuşturulmuş ansiklopedik bilgiler, okuyucuyu inceden inceye eğitme çabaları, vasat bir romanda dahi pek rastlanmayacak türden şeylerdi.

Veda filmini seyretmedim. Eminim vasattır. Ben yine de Atatürk'ü gençlere tanıtmak ve sevdirmek gibi ulvi bir görevi üstlendiği için kutluyorum kendisini. Bu ülkede rayting kazanmak ve toplumda sevgi toplamak için yönelinmesi gereken en kârlı yatırım alanlarından birini şıp diye gören ticarî zekâsı da ayrıca takdire şayan.

Müziğini hep sevdim, uzun yıllardır da dinlerim. Belli ki marjinal kesimlerin ilgisinden gına gelmiş ki şöhretini daha kalburüstü çevrelere yaymak çabasında. "Hepimiz kardeşiz, bu kavga ne diye. Sevelim sevilelim, mutlu olalım, dünya kimseye kalmaz" felsefesinin açılımı da "her şey olduğu gibi kalsın, kimse yerinden kımıldamasın, gölgelerin gücü adına, güç bende artık!" tan başka bir şey değil elbette.

Keşke "Yiğidim aslanım" la yetinseydi.

Yalçın Şahin - 14 Nisan 2010 (14:14)

Livaneli'nin şarkılarını 70'li ve 80'li yıllarda ben de severek dinledim. Halen de severim bu şarkıları.

Fakat konuşurken çok hoş olan ses rengi şarkı söylerken nasıl bu kadar yetersizleşiyor, hakikaten anlayamıyorum. Onun bu performansla hâlâ ısrarla şarkıcılık iddiası taşımasını cidden yadırgıyorum.

Yalçın Şahin'in de yazdığı gibi, yine de sadece bu yönüyle kalsaydı, sadece şarkılarıyla bile bağrımıza basabilirdik. Ama Livaneli gördüğü her boşluğa dalma ve oradan da bir "deha" devşirme işini o kadar abarttı ki, bu onu kendi kendisinin karikatürüne dönüştürdü.

Açıkçası, ben bu "çok yönlülük" eforisine baktığımda, kendi adıma kaçınmam gereken şeyin ne olduğunu gayet net görebiliyorum.

Necdet Şen - 14 Nisan 2010 (16:10)

diYorum

 

Kâmuran Kızlak neler yazdı?

69
Derkenar'da     Google'da   ARA