Patronsuz Medya

Bu rûzgâr-ı bî mededin inkılâbı var

Kâmuran Kızlak - 18 Nisan 2009  


Akıl hastalıklarını müzikle tedavi etmek için çalışmalar yapan Selçuklu ve Osmanlı Hekimleri Uşşak makamının insana keyif verdiğini ve gülme hissi uyandırdığını; yani, neşe verdiğini söylemişler. Hakikaten öyle midir bilmem.

Fakat, Lemi Atlı'nın bu makamdaki aşağıdaki eserini ne zaman dinlesem, bende hiç de o duyguları uyandırmaz. Aksine, gözlerimin önünde ağır bir haksızlığa uğramış fakat kimseye meramını anlatamayan bir insanın çaresizliği canlanır ve yüreğimin dağlandığını hissederim.

Bu imtidâd-ı cevre-ki bahtın şitâbı var.
Mihnet-medâr olan feleğe intisâbı var.
Eyler nesîm-i subhu bize gird-bâd-ı gam.
Bu rûzgâr-ı bî mededin inkılâbı var.

Nedim'in yazdığı bu dörtlüğü becerebildiğim kadarıyla aşağıdaki gibi günümüz Türkçesine çevirmeye çalıştım.

Bu zulmün uzamasına karşı bahtın sabırsızlığı var.
Cefa çektiren feleğe karşı koyuşu var.
Sabah meltemi bizi gam rüzgârına sevkeder.
Medetsiz bırakan bu devrin de tersine dönmesi var.

Şarkının başından geçenlerin öyküsü epey bildik bir konu. Yine de, kısaca bahsedeyim:

İttihat Terakki'nin Talât ve Enver Paşa şürekasından arta kalan ayak takımı 1926 yılında İzmir'de Mustafa Kemal'e bir suikast yapmayı planlar. İçlerinden birinin ihbarı sonucu yakayı ele verirler. İzmir'de kurulan İstiklâl Mahkemesinde yapılan yargılamada onbeş kişi idam cezası alır ve duruşmalar sona erer; fakat defter kapanmaz.

Bu defa aynı davanın devamı adı altında yeni tutuklamalar yapılır ve Ankara'da bir başka dava başlatılır. Bu davada yargılananlar arasında Adnan Menderes'in akrabalarından olan Dr. Nazım da vardır. Bu eski İttihatçı şef Cumhuriyet kadrosunun gücünü görmüş ve değişimi doğru okuyabildiği için politikadan el-etek çekmiştir. Tek hatası muhalif bilinen politika heveslisi eski İttihatçı arkadaşlarıyla halen görüşüyor olmasıdır.

Dr. Nazım'ın İttihat-Terakki'nin iktidar yıllarında ileri gelen şeflerinden biri, özellikle Fedai -yani terör- kanadının şefi, ve Ermeni tehcirinin en baştaki sorumlularından biri olduğu bilinmektedir.

Yargılama sonunda, diğer üç eski İttihatçı şef ile birlikte idam cezası alır.

* * *

Dr. Nazım hakkındaki idam kararı Atatürk'e Marmara Köşkü'ndeki bir balo sırasında imzalatılır. Atatürk "son sözleri ne oldu?" diye sorar. Mahkemedeki son sözleri "gidin Paşa'ya söyleyin, bu rûzgâr-ı bî mededin inkılâbı var" olmuştur. Bu sözler yukarıda yazdığım şarkının dördüncü mısrasıdır.

Refik Koraltan'ın anlattığına göre, bu son sözleri duyunca rengi sararan Atatürk kalemi elinden atar. İsmet Paşa'nın "Paşam zaaf göstermeyin" uyarısı üzerine kararı imzalar. Fakat, üzüntülü bir sesle "kaldırın bu şarkıyı" der.

Bir zamanlar az buçuk kader birliği ettiğin bir insanın canını alacak izni vermek kadar ağır bir vicdanî yükü anlamaya çalışmak bile benim ruhumu daraltmaya yetiyor. Kalemi elinden atmasına neden olacak kadar rahatsız eden şey bu vicdanî yük müdür, Dr. Nazım'ın giderayak posta koyması mıdır, yoksa söyledikleri içinde haklılık payı mı görmüştür Gazi, bilmek zor.

Sonrasında şarkı radyo repertuarından çıkartılır ve zaman içinde adeta unutulur. "Yasak" olduğu gerekçesiyle radyo dışında bile okunmadığı rivayet edilmektedir. Oysa, şarkının yasak olduğuna dair hiç bir hukuki veya idari düzenleme yapılmamış bildiğim kadarıyla.

Bu yasak konusunda bütün vebal bence Atatürk'ün çevresinde yer alan fakat kendilerini halen Padişahlık idaresinin alışkanlıklarından kurtaramamış kalibresi yetersiz zevata ait. Bu "isteği" Padişah Efendimizin "ferman buyurdum, tez men edile" diyerek koyduğu keyfî yasaklarla karıştırmışlar gibime geliyor. Yoksa, meşruiyetini halktan aldığı söylenen Cumhuriyet idaresinde bir kanun, kararname, yönetmelik vesaire çıkarmadan keyfekeder yasak konabilir mi hiç? Üstelik kişisel nedenlerle…

* * *

Yasağın üzerinden neredeyse elli yıl geçer. Adnan Menderes Başbakanlığı döneminde (1952 veya 1953) bir davette karşılaştığı Alâeddin Yavaşça'dan bu şarkıyı okumasını ister. Eseri iki defa dinledikten sonra, "çok rica ederim doktor, bunu bir radyo konserinizde okuyunuz ve zamanını bana da bildiriniz" der. Yavaşça şarkıyı radyoda bir öğle yayını için repertuarına alır. Yayın biter bitmez arayan Menderes heyecanlı bir sesle "ağzınıza sağlık aziz doktor, çok memnun oldum. Çok rica ediyorum, eğer kendilerinde yoksa notalarını arkadaşlarınıza da veriniz, repertuarlarına alsınlar" der.

Der demesine de, Ulu Önder'in koyduğu bir yasağı kaldırmak kolay mı öyle. Kanunların koyduğu bir yasak değil ki bu "ilga ettik" deyince hükmünü yitirsin ve milletin hafızasından silinip gitsin. Bu, kutsiyet atfedilen bir merciden gelen manevî -bir nevi ruhanî- bir yasak. Böyle manevî/ruhanî bir yasağı ancak ya koyan mercinin kendisi ya da daha büyük bir manevî gücün icazeti kaldırabilir. (Uzun zaman içinde tavsayıp anlamsızlaşması da mümkün tabi ki.) Adnan Menderes'in anlayamadığı da sanırım bu.

"Bir odunu bile seçtirebilecek" kadar büyük bir kudrete sahip olmak belki o oduna bile söz geçirebilir; fakat bahsedilen yasağı kaldırmaya yeterli olacağını sanmak "kutsiyet" ile boy ölçüşmek veya posta koymak anlamına gelebilir ki, belâya davetiye çıkarmak için bundan daha kestirme bir başka yol bilmiyorum.

Bildiğim kadarıyla, sonraki yıllarda şarkı bir daha ne okunmuş, ne de radyo repertuarlarına alınmış. Yakın zamanlarda Murat Bardakçı hatırlatmasa, daha uzun zaman duyamazdık sanırım.

Yıldırım Gürses'in bestelerini bile repertuarlarına alanlar geçen yüz yılın en güzel eserlerinden birisi olan bu şarkıyı görmezden geldiğine göre ruhanî yasak etkisini devam ettiriyor demektir.

* * *

Adeta birer Cumhuriyet neferi olan sanatçılarımız herhalde şarkının Atamızın ruhunu muazzep edeceğinden ve Cumhuriyet'in ruhuna bir halel getireceğinden çekiniyorlardır. Ziyadesiyle haklılar. Zira, yıllardır zihnimize nakşedildiği üzere, bu topraklarda yetişen Cumhuriyet pek narin olur ve pek öyle sağından solundan ilişmeye gelmez. Bir şarkıdan, türküden, kitaptan, yazıdan, filmden, havadaki buluttan ve hatta cumhurun kendisinden bile bekası kolaylıkla zarar görebilir. Yoksa, adamların işi gücü yok mu ki durmadan bir şeyleri yasaklayıp dursunlar.

Yine de, kendini koruyup kollayacak neferleri de yetiştirmiş olmasıyla iftihar etmeliyiz. Hepimizin bu Cumhuriyeti korumak, kollamak, pamuklara sarmak gibi bir mecburi hizmeti olduğunu ise zaten biliyoruz. Aklından "korumanın yolu onu geliştirmek, ilerletmektir" gibi münafıkça düşünceler geçiyorsa, şapa oturdun demektir. Bunu suç kabul edip devlet-i alî'nin adaleti ilişmese bile, histeriye kapılmışçasına 10. Yıl Marşı söyleyen Cumhuriyet muhafızlarıyla yolun kesişebilir.

Uzağa gitmeye gerek yok. Daha yakın zamanda Ahmet Kaya'nın başına gelenleri herkes hatırlar. Orada bu işe kalkışanlar "her şey olabilirsiniz ama sanatçı olamazsınız" fetvasına iman etmiş, bizi yontup, aydınlatıp birer batılı çağdaş Cumhuriyet yurttaşı yapma mirasını üstlenmiş Cumhuriyet neferi sanatçı ve aydınlardı. Zaten 10. Yıl Marşını söylerken nasıl da hepsinin gözleri çakmak çakmaktı. Onların olduğu yerde şarkıyla türküyle Cumhuriyete, devlete halel getirmeye kalkışacak adamda altı okka yürek lâzım. Yoksa, adamın yüreğine indirirler.

Bu varislere baktıkça "aman onlar beni yontmasın da, ben odun kalmaya razıyım" demek geliyor içimden.

Yorumlar

"Yasağın üzerinden neredeyse elli yıl geçer. Adnan Menderes Başbakanlığı döneminde (1952 veya 1953)… Hesaba göre 26 ya da 27 yıl geçmiş gibi gözüküyor. Hani önemli değil de, yine de estetiği bozuyor.

Meçhul Kemalist - 21 Nisan 2009 (12:15)

Her şeyden önce elinize sağlık demem gerekir, ilham verici bir yazı olmuş. Yazınızın verdiği bu ilham, belki de yazının ifade etmek istediği şeyin ve çevrelediği alanın dışına iteleyerek bana başka bir dürtü verdi. İşte ben burada bu dürtünün beni mecbur bıraktığı şeyden bahsetmek isterim;

Önce, zaten siteyi uzun süredir takibeden bir "özgürlükçü" arkadaşımla bu niyetimi belli etmeden yazıyı paylaştım, daha doğrusu ona bu yazıyı biran evvel okumasını salık verdim, zira merak ettiğim şey için ondan gelecek tepki önemliydi. Birkaç saat içerisinde bana geri döndü ve akşam buluştuğumuzda da ayrıntılarını konuştuk.

Önce ondan kabaca bahsetmem gerekirse bu arkadaşım özgürlükçü sola yakınlık besleyen, sosyalist hareketlere yakın ama temkinli duran kültürlü, orta yaşında bir adamdır. Bu arkadaşım, yazının "Atatürk" e nasıl da lâf geçirdiğini, onu ve daha ötesinde kemalizmi nasıl da yerdiğini ve ifşa ettiğini anlattı. Konuyu ele alış tarzının ne kadar da yetkin olduğundan dem vurarak yazarın tarihçi olduğundan ve bilhassa tanzimat üzerine uzmanlaşmış olduğundna gayet emin olduğunu söyledi. Yani bahsettiği eleştirilerin objektifliğinden ve isabetinden dem vurdu.

Yazıyı gönderdiğim diğer arkadaşım ise kendisini Atatürkçü hatta çok zaman Kemalist olarak addeden, ülkenin birinci sorununu yükselen anti-laik hareketlerin istilâsı olarak gören, CHP'ye Baykal'a çok fazla kızgınlık ve kırgınlıklarına rağmen yakın hisseden kültürlü, orta yaşın üzerine geçmiş bir adamdır.

Yazıyı o da okudu ve yorumunu rica ettim. Dediğine göre yazıda Atatürk'ün nasıl da putlaştırıldığına çok güzel bir örnek veriliyordu. Atatürk'ün böyle bir sansüre cevaz verdiğini bile sanmadığını söyledi ve bunun Atatürk etrafındaki "kralcıların" işi olduğunu ekledi. Yazıda da bu gayet açıktı. Hatta bu düzmece yasağın yine Atatürk bahane edilerek nasıl da daha sonraları kullanılmaya devam ettiğini de söyledi.

Şimdi bu iki örnekten bilmem siz ne çıkarırsınız, lâkin ben kısaca şunlara dikkat ettim:

Bir kere ben yazının taa derinlerine gizlenmiş ince ayarı net olarak okuyabildiğimden emin olamamıştım, yani yazının yapısını açık bulmuştum ki yukarıdaki tecrübeden sonra yanılmadığımı gördüm.

İkincisi yazı, yazının karakterinden olmasa da (kişilerin kendini haklı görme refleksi olabilir) kişilerin bulundukları konumdan okumalarına olanak tanıyan bir ideolojik altlığa sahip.

Üçüncü olarak, bu ideolojik zeminde ise asıl yazının konusu olan eserin bahsi dahi edilememekte yani insanlar başka bir yere odaklanmış durumda. Bu biraz daha uçuk bir varsayım olabilir ama yazının Osmanlıca kökenli kelimelerle zenginleştirilip biraz da zor yapısı okuyucu zorlamıyor ancak yazıdaki esprilere sanki daha temkinli yaklaşmalarına yola açarak metnin ardından daha ağır bir alt metin arayışına itiyor.

Bundan ötesine bir şey demem zor lâkin beni de bu analize kışkırttığı için yazının bendeki yerinin ayrı olduğunu bilmenizi isterim, gerisi size kalmış.

Ömer Selim - 22 Nisan 2009 (16:25)

Sevgili Ömer Selim, böyle kapsamlı ve nitelikli bir görüş yazısı kaleme aldığınıza göre belli ki edebiyatla arası gayet iyi olan birisiniz. Yazınız sanki bir edebiyat eleştirmeninin kaleminden çıkmış gibi.

Sizin görüşlerinizi okuduktan sonra dönüp yazıyı bir daha okudum. Çok ufuk açıcıydı. Teşekkür ederim.

Bir kaç noktaya kısaca değinmemin iyi olacağını düşünüyorum:

1) Tarihçi değilim. Hele "Tanzimat Tarihçisi" hiç değilim. Bu konuda bir uzmanlığım yok. İddiam da yok. Yaptığım şey, bir arkadaşımın dediği gibi, "bunca hay huy içinde hayata bir çentik atmak" tan ibaret, daha ötesi değil.

2) Kemailst arkadaşınız pek iyi bir okuyucu değilmiş; fakat gıpta edilesi bir "süzme yeteneği" olduğunu söyleyebilirim. Metni süzüp içinden kendi düşüncelerine denk düştüğünü zannettiği kısmı ayıklamış. Yazıyı "… Bulundukları konumdan okuyanlar" da bu kategoriye girer.

3) Yazıda kullanılan 3-5 Osmanlıca kelimeye biraz okuyan herkesin zaten aşina olduğu sanıyorum. Duru Türkçe meftunları dili sadeleştirme adına dilimizden o güzelim kelimeleri ata ata dili fakirleştirdiklerini farkına korkarım halen varamadılar. Ben az buçuk anladığım Osmanlıca'yı zengin ve çok şiirsel bulurum.

Şimdi durup dururken aklıma geldi: Acaba Osmanlıca'da Cumhuriyetin ruhuna halel getirir mi?

Kâmuran Kızlak - 22 Nisan 2009 (18:10)

"Ferman buyurdum, tez men edile" diyerek koyduğu keyfî yasaklarla karıştırmışlar?

Misafir - 12 Temmuz 2012 (17:55)

Bu durum halen devam ediyor mu? Repertuarda olmama hali…

Münir - 2 Mayıs 2013 (13:38)

diYorum

 

Kâmuran Kızlak neler yazdı?

70
Derkenar'da     Google'da   ARA