Patronsuz Medya

Gençliğe Övgü

İlker Gökçen - 20 Kasım 2008  


Öğrenciydik o zamanlar. Herkesin aslında yarım akıllı olduğu, yaşı on sekize yeni vurmuş, herkesin evinden uzak, saçı uzun ve aklı havada zamanları. Bir ev tutmuştuk.

Ev lafın gelişi. Mahallede eli yüzü düzgün binaların içinde çürük bir diş gibi kalmış; ahşap, yıkıldı yıkılacak, dört yüz yaşında gibi gözüken gecekondu tipli tek katlı bir yerdi.

Kolej mezunu ateist Atilla ile odası Hilton odası gibi hep düzgün olan Aykut'la beraber kalıyorduk. Onlar "ev tutacağız" demişti ben "tamam" demiştim, "çık parayı" demişlerdi "tamam" demiştim, "evi tuttuk" demişlerdi "tamam" demiştim ve şimdi Polonyalı göçmen işçilerin bile yaşamayacağı, kışın kuyrukları donan kedilerin bile sığınmayacağı o evde yaşamaya başlamıştık.

Üniversiteli olmak biraz da tuhaf olmak anlamına geliyordu.

"Bu kadın neden bizim eve dua ediyor?" demişti Atilla bir gün. Cümlenin anlamsızlığı karşısında oralı olmamaya çalıştık ama cama yapışmış, gülmekten boğulurcasına konuşmaya devam eden birine daha fazla kayıtsız kalamayıp biz de cama üşüştük. Gerçekten yaşlı bir kadın ellerini açmış bizim evin yan tarafına doğru dua ediyordu.

Atilla aceleyle camı açıp "teyze, neden bizim eve dua ediyorsun?" deyince arkada biz gülmekten kahkaha anırtısı çıkardık. Yaşlı kadın "evlâdım sizin eve niye dua edeyim; yan taraf yatırdır ona dua ediyorum" diyerek sabırla ve sitemle söylene söylene gitti.

Evimizin karşısı cami, yan tarafı küçücük bir türbe idi ve evde bir ateist vardı. Bunun dışında ise hiç bir şeyimiz yoktu.

Aykut'un odası en güzel odaydı. Benim ve ateistin odası ise tek bir yataktan oluşuyordu. Günde 1 paket sigara içen ve sonra beni sigaraya başlatacak olan Atilla ise küllük dolunca yataktan kalkmaya üşenip yere döküyordu. "Ben bu eve nasıl kız getireceğim?" diye bas bas bağıran ve siniri mavi gözlerine vuran Aykut'un bağırmasıyla uyanıyorduk yeni güne çoğu zaman.

Tuğladan ocağımız, eski bir televizyonumuz, kahvaltı için tavamız bile oldu zamanla. Aykut'a annesinden gelen peyniri omlet yapıp yiyorduk. Atilla sigarası bitince geceleri avlanmaya çıkıyordu. Çok komikti manzara. İtinayla yerlere bakıyor, arada bana bağırıp "sen de toplasana" diye firça atıyordu. Eve gelince cebinden çıkardığı izmaritleri itinayla diziyor, uzunluklarına göre istifliyor, markalarına göre tasnif ediyordu. Bir keresinde yarım ince puro için öyle bir sevinmişti ki ben hayatımın geri kalanında pek çok şey için öyle sevinememişimdir.

Geriye dönüp bakınca o şartlarda mutlu olmamız çok tuhaf geliyor. Askerdeyken bir Broker arkadaşım vardı. Siirtliydi, atadan dededen zengindi, her şeyi vardı. Mutsuzdu ama. Bir keresinde anlam veremediği bir olayı anlatmıştı. Matbaalarında çalışan grafiker bir oğlan varmış. Eski model bir arabası, sıradan bir maaşı varmış. "O oğlanın mutluluğuna hiç anlam verememişimdir" diyordu. "O eski arabasına biniyor, kız arkadaşı ile ucuz tatillere çıkıyor ama mutluluk gözlerinden fışkırıyor" demişti. Oysa kendisinin son model arabaları, evleri vardı, Paris'e, Londra'ya gidiyor, milyon dolarlarla oynuyordu, ama mutsuzdu. Çoğu zaman sigarasından derin bir nefes çekerken aynı şeyi düşündüğünü hissediyordum.

"Statü Endişesi" isimli kitabında Alain de Botton ilginç bir bilgi aktarır. On altıncı yüzyılda Kızılderililer maddi açıdan basit ancak psikolojik açıdan tatmin edici bir yaşam sürüyorlarmış. Kabileler, meyve yiyerek ve vahşi hayvan avlayarak besleniyorlarmış. Çadırda yatıyorlar, bireysel malları ise ayakkabıdan, mızraktan birkaç parça kap kacaktan öteye gitmiyormuş. Kabile reislerinin bile kafalarındaki tüy sayısından başka bir zenginliği yokmuş.

Avrupalıların kıtaya ayak basmalarıyla Kızılderililerin statü sistemlerinden köklü bir değişiklik olmuş. Silah, mücevher, boncuk ve içki girmiş hayatlarına. Venedik camından yapılmış kolyeler, çaydanlıklar, boncuklar, aynalar hasretle iç çekmelerine neden olmaya başlamış.

Avrupalılar bunu tesadüf eseri değil bilerek yapmışlar. Artık Kızılderililer daha önce ihtiyaç duymadıkları şeyler için çalışmak zorunda kalmış çünkü. Lüks tüketim hayatlarına girmiş.

Bu talepleri karşılığında beyazlara yirmi yılda 1.250.000 geyik öldürüp verdiler. 15.000 bizon derisi sattılar. Ancak ticaretin ortaya çıkması Kızılderilileri daha mutlu etmedi. Alkolizm ve intihar vakaları ortaya çıktı. Birbirleriyle kavgaya tutuştular ve çözüldüler. Artık Bizonları, ihtiyaçları kadar değil beyazların istediği sayıda öldürüyorlardı.

Ne diyor? Ertuğrul Özkök'ün eşi? "Bu hayatı ben istemedim. 125 metrekare huzurlu bir hayat yeter bana. Ertuğrul'a bırak bu hayatı, git deniz kenarında kitap yaz diyorum, ama dinlemiyor" .

Gençliğimi özlüyorum ben. Omzumdaki romatizma ağrılarına rağmen özlüyorum o günleri. Beyazlara muhtaç değildik, tuğladan ocağımız yetiyordu gülerek yaşamaya. Etrafımızdakileri etkilemek zorunda değildik ve hayat çok ucuza geliyordu.

Yorumlar

Tamam, hoş bir mesajınız var ama keşke Atilla'nın adı önündeki o tanımı kullanmasaydınız. Üç kez vurgulanan "ateist" sözü, aranızdaki "arkadaşlık" havasını gölgelemekten başka hiç bir şeye yaramıyor. Bence bırakın onun derininde kalsın inancı, arkadaşlığın önünde mi?

Ali Sedat Çetinkoz - 20 Kasım 2008 (15:14)

Atilla sonraki yıllarda ciddi bir trafik kazası geçirdi, kazada beli kırıldı. Sonrasında mucizevi şekilde iyileşti ve inançlı bir insan oldu. Yazıda ilgili sıfat bir eleştiri olarak kullanılmadı. O dönemde kişiliğine ve aksiyonlarına vurgu yapan bir özellikti. Arkadaşlığımızı da hiç etkilemedi.

İlker Gökçen - 20 Kasım 2008 (17:35)

Yine hos bir konuya deginmissiniz. Cok severek okudum, ellerinize saglik.

Madonna - 22 Kasım 2008 (12:23)

Yazı çok güzel. Ama, bence de inaçla ilgili sıfat gereksiz birçoklukla kullanılmış. Açıklamanıza bakarsak, Atilla'nın isminin önüne şimdide "İnanan" koymanız gerekir sanırım.

Selman Özkan - 14 Temmuz 2009 (19:57)

diYorum

 

İlker Gökçen neler yazdı?

57
Derkenar'da     Google'da   ARA