Patronsuz Medya

Yazmak üzerine

Gökhan Akçiçek - 31 Temmuz 2013  


Yazmak ile başı hoş olanların zaman zaman nükseden bir rahatsızlıkları vardır: Huzursuz olmak!

Okuyucu ve yazarın çevresindekilerce pek fark edilmeyen bu durum, yazar için yerinde ve anlamlı bir kırılmadır. Niye olmasın ki! Her yazdığını beğenen, yazdıklarına gıpta ile bakanlar olsa bile, diğerleri için bağlayıcı bir neden olmayabilir. Çünkü yazmanın yegâne koşulu huzursuz olmaktır. Mütemadiyen, ataklar halinde gelen ürpertileri ilk başlarda önemsemeyen yazar, sonraları bu nöbetin dineceği korkusuna kapılır. Haklıdır da! Yazanın, içinin en derinliklerine dek yankılanması gereken titreşimlerinden mahrum kalma korkusunu kim mazur görebilir ki! Okuyucu mu, yazanın kendisi mi?

Yazmak için huzursuz olmak da kâfi değilmiş. Yazmanın başat şartlarından biri huzursuz olmaksa, diğeri de yazdıklarına yabancılaşma hissini mazur ve gerekli görmekmiş.

Bir zamanlar çocuksu bir saflıkla yazdıkça iyileşeceğimi de sanıyordum. Ama yazmalarım çoğaldıkça bunun böyle olmadığını da gördüm. Bir dönem sonra, yazdıklarım, sanki bir başkasının yazısı ya da şiiri gibi duruyorlardı. Metin altındaki imza benim ama sanki o kişi ben değilmişim hissiyle doluyordum. Ve gittikçe yazdığım sayfalar nedensizce benden uzaklaşıyorlardı. Onlara sahip çıkacak gücü de doğrusunu söylemek gerekirse kendimde bulamıyordum. Nedenini yine yazıda ve yazarlarda buldum.

Yazdıklarıma neden korkarak yaklaşıyordum ki! Bunun cevabını verememek, sıkıntımı artırıyor, katmerliyordu. Bir döngünün ta ortasına düşmüştüm sanki. Yazdıklarımı beğenmemek, dahası bir başkasının sanmak aslında masumane bir duyguydu.

Bu duygunun açılımını ise çok sonraları fark edecektim. Öyle ya, insanın kendi eliyle kurup yazıya döktükleri yazarını neden hoşnutsuz etsin ki!

Yakup Kadri'nin Yaşar Nabi'ye verdiği bir cevap bu açmazı gözler önüne seriyordu. Yakup Kadri şöyle diyordu:

"Hususi ve muayyen bir çalışma tarzım yoktur, büyük bir zorluk ve sıkıntıyla yazarım."

Yazıyı bitirdikten sonra da bir ferahlık duymaz. Istırapla yazılan o yazılar aslında yazarın yazmak istediklerinin "soluk bir gölgesi" olmuştur. Yakup Kadri de birçok yazar gibi yazdıklarına bir daha eğilmemiş, kaçar gibi uzaklaşmıştır onlardan.

Yazdıklarımı, daha çok şiirlerimi diyelim, kitap olarak yayımlamadan önce dosya halinde hep yanımda gezdiririm. Nereye gidersem gideyim yanımda olurlar. Ta ki dosya kitap olarak çıkana değin… Meğer aynı toteme inanan birçok yazar varmış. Hasan Ali Topbaş'ın bir söyleşisinde rastlamıştım; "yazdıklarımı gövdeme yakın tutmak istedim" diyordu Topbaş. Akraba duygular yazarlar arasında dolaşıp duruyor sanki. Ben de öyleydim. Yazdıklarım yayımlanana kadar dosya halinde, bana yapışık bir uzvummuş gibi gövdeme sarılıydılar.

Türkçenin en önemli şairlerinden Fazıl Hüsnü Dağlarca, Bejan Matur'a verdiği son röportajlarının birinde, kelimelerle olan ilişkisini şöyle açıklamıştı:

"Geliyorlar bana, hem de her zaman. Hiç yakamı bırakmıyorlar. Uyurken bile gelip başucumda bekliyor, odanın içinde dolanıyor, dedikodumu yapıyor, 'baksana şu adama, nasıl da uyuyor' diyorlar. Beni hiç bırakmadılar, bırakmalarını da istemem. Sanki kafamın içinde bir makine var ve kelimeleri o yazıyor, ben değil."

Dünya edebiyatında da birçok önemli yazar, bu âleme yazmak için gelmişler. Başka bir neden onları ve yazdıklarını maalesef açıklayamıyor.

Jerome David Salinger, kaçmanın, okurdan ve her şeyden uzaklaşmanın da mümkün olabileceğini gösterdi. "Gönülçelen" ya da diğer ismiyle (Türkçe çevirisi bu isimle çıkmıştır) "Çavdar Tarlasındaki Çocuklar", Salinger'in inzivaya çekilmesine, tanınmanın ağırlığının kişiliğine vereceği zararı görmesine ve karşı tavır geliştirmesine yol açtı. Şöhreti yakalayıp, aralıklarla kitap yayımlamasına rağmen, kimseye röportaj vermedi, fotografının çekilmesini dahi engelledi. Konuşmadı, hakkında basına bilgi sızdıran eski sevgilisini ve öz kızını dışladı. Bu haliyle alışık olmadığımız bir görüntü sergiledi. Yapıtının "altında kalmamayı" ilk öğrendiğimiz yazarlardan biri oldu.

Demek ki yazmanın koşulları şöyle sıralanıyormuş:
a) Yazmak için huzursuz olmak,
b) Yazdıklarına yabancılaşmayı göze almak,
c) Kelimelerin sana gelmesini beklemek ya da murat etmek,
d) Ortalıkta çok görünmemek, eserin ağırlığı altında ezilmemeye özen göstermek.

Bu saydığım parametreler kendi okuma serüvenimden edindiğim izlenimlerle oluştu. Her yazma gönüllüsü, kuşkusuz, bunlara yenilerini de ekleyecektir.

Peki, en çok ne zaman yazmaya ihtiyaç duyuyorum. Bunu hemen söylemeliyim: Daima ve daima huzursuz olduğum zamanlar.

Kendimle konuşmayı unuttuğum zamanları da buna eklemeliyim.

Yorumlar

Yazıya şairce bir yaklaşım, "huzursuz olmak", ne güzel. Öyleyse değerli Gökhan Akçiçek'e ömür boyu huzursuzluklar dilerim…
Ki, o lezzetli yazılarından mahrum kalmayalım.

Macit Cününoğlu - 3 Ağustos 2013 (08:20)

Yüreğine sağlık sayın AKÇİÇEK, sayın Macit CÜNÜNOĞLU'nun dediği çok doğru, lezzetli yazılardan mahrum kalmamak lâzım, yazılarınız yormuyor, akıcılığıyla keyif veriyor.

Şimdi huzursuz olma zamanı, sağlık ve afiyette kalın.

Kendine Sığınan Mülteci - 15 Ağustos 2013 (12:38)

Bir zamandır, her zaman yazdıklarımdan farklı, daha uzun bir metin yazma çabasındayım. Her zaman yazdıklarım derken, işim - mesleğim gereği yazdıklarımdan söz ediyorum. Geçen yıllar içerisinde yazmaya çalıştığım, yayınladığım meslekî yazılardan daha uzun - inşallah bir kitap olacak boyutta - bir metinle boğuşuyorum.

"Boğuşuyorum" diyorum, çünkü Derkenar okulunda öğrendiklerimden de yararlanarak, bu meslekî metni biraz daha jargonsuz, biraz daha herkese hitap eder hale getirme çabasındayım.

Sevgili Akçiçek'in yazdıklarını okuyunca bana nasıl bir rahatlık geldi anlatamam! Akçiçek'in "yazmanın koşulları" diye sıraladığı belirti ve bulguların tamamı şu son 2-3 aydır bende var.

Üstüne üstlük bir de suratsız, geçimsiz, aksi oldum galiba (belki de hep öyleydim de, şimdi ben de farkına varıyor olabilirim).

Neyse, dedim ya, rahatladım. Kendimi yazardan saymama imkân verdiği için Sevgili Akçiçek'e de teşekkür ediyorum.

Sevgili eşime de söyleyeceğim, "Bak yazarken böyle olunabiliyormuş" diyeceğim.

Umarım ikna olur!

Şaka bir yana sevgili Gökhan, daha önceki yazılarında olduğu gibi, kısa yazmışsın ama mesajını o kadar dolu vermişsin ki, insan okurken mest oluyor.

Sanıyorum bu duyguları yaşıyor olmak, yazdıklarının - yaptıklarının - ürettiklerinin iyi, güzel, mükemmel olması çabasından kaynaklanıyor.

Başkalarının ya da üretilenle muhatap olanların düşündükleri tabii önemli, ama daha önemlisi kendi yaptığından "tamam, oldu" diyecek şekilde tatmin olabilmek!

Ortalarda bir süredir görünmüyor olmamın nedenini de arz ettiğimi umuyor ve Derkenar ailesine sevgilerimi sunuyorum.

Melih Özel - 16 Ağustos 2013 (21:31)

Melih hocam, tevazu gösterip beni yine mahçup ettiniz. Derkenar'a konuk olduktan sonra, ilk kez yazılarıma bu denli uzun yorumlar yapıldı. Aslında, yazılarımın altında yorum görmeyince hiç dikkat çekmiyorlar zannediyordum. Bir türlü gündeme ait yazamıyorum diye de hayıflanıyordum. Bu yazıdan sonra şeytanın bacağını kıracağım galiba. Unutmadan belirteyim, kitabınızı hararetle bekliyorum.

Gökhan Akçiçek - 22 Ağustos 2013 (02:41)

Temel ile Dursun hikâyesinde olduğu gibi ("dikine durabilsem ben de ona vuracağım" dediği hikâye hani) ben de aklımı, dimağımı dikine tutabilsem öyle bir yazacağım ki. Sabahıma Büdütör'ün yazısı ile başladım. Yazı o kadar güzel ve ustalıkla kaleme alınmış ki "lan bana da dokunduruyor mu acaba?" diye düşünmeye başlarken diğer yandan da "hocam ancak bu kadar güzel ifade edilebilirdi" dedirtiyordu.

Yazılarımın yorum almasından her zaman haz aldım. Yorum yapana bağlı olarak hislerim "dur şunun yuvasını bir yapayım" öforisi ile "onun gibi bir kalem ehlinden böyle bir iltifat kemiklerimi ısıttı" gevşemesi arasında gidip gelir. Eski yazılarıma dönüp baktığımda beni orgazmik denebilecek tarzda keyiflendiren yorumlar, kendisine zaman zaman haksızlık etse de, Necdet Efendi ve Büdütör'ün yaptığı yorumlardır.

Eski bir radyocu olarak tepki gelmemesini çok da önemsemiyorum. Radyoculukta ana kural: "Havaya çıktıysa sesin ille birisi duyar" şeklindedir. Derkenar'a yazılan yazılar da mutlaka birilerine ulaşır. Hislerde bir değişiklik yapar. Haneye sahip çıkanın gayreti asla boşa gitmez. Bu da böyle bilinmeli.

Ahmet Faruk Yağcı - 23 Ağustos 2013 (10:37)

Sevgili Akçiçek'in yazılarındaki içerik ve anlatım dili öyle zarif ve öyle duygulu ki, bazen altına bir şeyler yazmak isterken bir patavatsızlık eder de bu güzelim yazıyı okuyanların ağız tadını bozar mıyım diye düşünmeden edemiyor insan.

Kavga gürültü yazılarının altına yorum yazmak kolay arkadaş. Dili eğip, büküp biraz da kurnazlıkla hafif belden aşağı vurursun; hafif argoyla karışık "asabiyim ben" havası yaratırsın olur biter. Patırtı kütürtünün arasında senin yazdıkların da ya ortam uyum sağlar ya da dikkat çekmez.

Ama bazı yazılar var ki altına yorum yaparken, çok nazik bir çiçeğe su verir gibi davranmak gerekiyor.

Gökhan kardeşimizin yazıları hep kısa ve öz, ama dolu dolu. Okuduktan sonra gözlerimi kapatıp, arkama yaslanıp hayaller kurmama neden olan türden yazılar. Kızdırmıyor, öfkelendirmiyor. Ama sarıp sarmalıyor.

Yazdıklarının altında yorum olmasa da, o yazıların hiç ummadığın kadar çok göz tarafından temaşa edildiğinden eminim ben. Hem de hayranlık duyguları eşliğinde.

Eline, kalemine, diline sağlık sevgili Akçiçek.

Melih Özel - 24 Ağustos 2013 (12:35)

Ne diyeceğimi inanın bilemiyorum. Sadece, merakımı yenememenin verdiği bir sıkıntı idi. Cevabımı da aldım. Aynı konuyu bir ara Deniz Türkoğlu kardeşimle yazışmıştık. Ben de bazen Derkenar'da ki çoğu yazıya içtenliklerinden ötürü yorum yazamıyor, yorumumun yazının güzelliği altında ezileceğimi seziyorum.

Burada olmaktan gün geçtikçe daha da memnunum. Derkenar benim için ayrı bir okul, yeni bir yuva, neredeyse bir dergâh…

Gökhan Akçiçek - 24 Ağustos 2013 (00:09)

"Yazmak, ama ne için, kim için yazmak" konusu belli ki yazan çizen insanların önde gelen meselelerinden biri olmuş. Bakınız, bir başka Derkenar yazarı bu konuda 10 yıl önce neler yazmış

Araştırmacı Yorumcu - 29 Kasım 2013 (13:18)

diYorum

 

Gökhan Akçiçek neler yazdı?

53
Derkenar'da     Google'da   ARA