Patronsuz Medya

Orçun Sonat ve Hasdal'ın Son Martıları

Gökhan Akçiçek - 22 Şubat 2011  


Aslen Kıbrıslıymış Alpaslan Türkeş. Kayseri'de doğmuş, Harbiye'yi bitirmiş. NATO görevi için ta Amerikalara seçilip gönderilmiş. İhtilal bildirisini, onun tok sesi okumuş radyolardan.

Babamın, haber saatlerinde ismi her geçtiğinde yanaklarına yayılan çizgilerin, onu hiç yaşlandırmayacak kıvamda dağılmasına sebep olan o kudretli Albay'ın hatırımda kalan bilgileri böyleydi.

Baba kontenjanından payımıza düşen o siyasî illetin izleri, hayatımın en önemli kararlarında bir karabasan gibi karşıma çıktı hep. Oysa o çağlarımız sevme, sevilme, âşık olma ve dibi belirsiz sevda sancıları ile avunma çağlarımızdı. Biz, içindeki kekreliği toprağa götürecek ve orada sağacak bir kuşağın hüzünlü çocuklarıydık.

Lise 1 not ortalamam, lisenin, ikinci sınıflar için en seçkin bölümü olan matematik bölümüne kayıt yaptırmaya yetiyordu. Not ortalaması ondalık sistemle yedi ve üzerinde olanlar matematik bölümünü tercih ediyorlardı. Umutlarımız yeryüzüne sığmıyor. Seve seve o bölümü tercih ettim.

Lise 2'nin ilk günleri, lise 1'liler de bizim gibi öğlenci. Bir kız var içlerinde. Nadia Komanaci gibi. Saçları omuzlarına iki örgü olarak düşüyor. Şakakları, göz uçlarından süzülen masumiyeti örtme telâşında. Kâkülleri, alnında her an suya değecek söğüt dalları gibi sallanıyor. Ne zaman göz göze gelsek, gelincik tarlalarına seğirten kuşlar misali, kolumuz, kanatlarımız ve avuçlarımız kırmızıya boyanmış.

Lise 3'de artık şiirler yazmaya başlıyorum. Haberi var benden ama artık hiç oralı değil. Bölümü de edebiyat bölümü, çok ders çalışmayanların, aranjman dinleyip, artist posterleri biriktirenlerin dergâhı.

Felsefe hocamız Nihal Hanım, bekâr; bekârlığının hıncını da herkesten ve her olaydan çıkarmak için yemin etmiş sanki! Somurtkan bir çehre, gittiği yere kaderini de taşıyor. Ta o zamanlardan edindiğim bir tecrübeydi ve hiç yanılmadım. O günden beri, bayan felsefe hocası olup da evli olanına rastlamadım. Mahallemizde oturuyordu üstelik.

Kader denilen o şıllık, insanı en nazik yerinden vurmak için bu kadar mı ince fırsat kollar, anlayana aşk olsun. Diploma almamıza iki ay kaldı. Bütün derslerim iyi. O gün, Ordu Lisesi'nin pansiyonda kalan doğulu gençler ile sınıfımızda küçük bir tartışma çıktı ve olan biten her şey benim sıramın hemen yakınında cereyan ediyor. Hayda! Ders Nihal Hanımın dersi. Kıyamet koptu. Ders dağıldı. İsimlerimizi idareye vermişler. İçlerinde ben de varım. Yalvar yakar nafile. Felsefe'den ikmale bıraktı beni. Mayıs değil Haziran mezunu sayıldım. Son sınıfta ve bir dersten ikmale kalmış oldum.

Neyse, Kara Harp Okulu sınavlarını kaçırdım, mecburen Hava Harp Okulu'na müracaat ettim. Kazandım da tüm sınavlarını. Artık bir tek sağlık kurul raporu için gün sayıyorum. 1978'in Temmuz'u. İstanbul'a ilk defa ayak basmışım. Ayazağa'daki, Yeşilyurt Askeri Hastanesi, göz polikliniği önünde bekliyorum. İsmim okundu, içeri girdim. Kırmızı nefteli bir Yüzbaşı ve tekaüdüne az kalmış bir Astsubay Çavuş içeride.

Önce resimli, renkli, sayılı ve harfli kartonları geçtik. Bir makinenin önündeki dürbün gibi bir haznenin içindeki optik harfleri, büyükten küçüğe doğru okumaya başladım. İlk sıralar iyi gidiyordu. Harfler küçüldükçe, beni muayene eden subayda bir hoşnutsuzluk sezdim. Meğer bazı harfleri doğru okuyamıyormuşum.

Yüzbaşı bir mühlet kâğıtlarımın üzerinde oyalandı, diğer adayların kâğıtlarını da belli belirsiz karıştırdı. O esnada gelen telefona, Astsubay tekmil verip, yakasını ilikleyerek, ayakta cevap vermeyi sürdürdü. Söylediği tek bir kelime vardı: "Evet komutanım, başüstüne komutanım, emredersiniz komutanım, emir alınmıştır komutanım."

Bir de baktım ki, önündeki takvim yaprağına bazı adayların başvuru numaralarını kaydediyor. Konuşma bitince astsubay, ahizeyi hafifçe yerine bıraktı. Yüzbaşı, babacan, sevecen bir sesle: "Akçiçek, olmuyor evlâdım, çıkabilirsin." dedi.

Sağlık Kurul Raporu alamamıştım. Sağ gözüm 0,25 astigmatmış. İlk defa orada öğrenmiş oldum.

Taksim parkının Divan Oteli istikametine doğru konuşlanmış belediye otobüs durağından kalkıyordu, Hasdal otobüsleri. Pek bir yer de bilmiyorum. Çarşı izninde Kasımpaşa'ya uğruyor, Beyoğlu'nun kıyılarında dolanıyor, edebiyat dergileri bulabileceğim yerleri araştırıyordum. En çok da Yeni Cami önlerinde, Galata Köprüsü'nde ve Mısır Çarsısı cıvarında turluyorum.

Bölük yazıcısıyım. İzin kâğıdım cebimde. Son kuruşuma değin edebiyat dergileri alıyor, akşam beş olmadan Taksim parkını buluyor, Kemerburgaz otobüsüne kendimi zor atıyorum. Kasımpaşa'ya doğru kıvranan otobüs, Sütlüce, Silahtarağa istikametiyle Hasdal'a oradan da son durak olarak Kemerburgaz'a ulaşıyordu.

O günlerden aklımda kalan, Sütlüce'den geçerken burnumuzun direğini sızlatan koyun kokuları ve Haliç'in o perişanlığıydı. Yıl 1981.

Alibeyköy ayrımından sonra, Silahtarağa ve Çoban Çeşmesi'nden başlayan şose yol, ta Kemerburgaz'a kadar tek bir sivil yerleşim olmadan devam ederdi. Sağlı sollu Hasdal askeri birlikleri, martıların kanat şıkırtısı altında, uzaktan tüten çöp yığınlarının içinde, binlerce askeri bağrına basardı. Hasdal Kışlası, karargâh bölükleri ve tümen komutanlığı binasından sonra 125. Piyade Alayı, 77. Piyade Alayı, Hasdal Askeri Cezaevi ve İstihkâm Komutanlığı'yla, kuş uçmaz kervan geçmez o beldenin, içinde insan yaşadığına dair hareketlilik barındıran tek merkeziydi.

Hasdal Tümen Komutanlığı'nın 3. büyük binası 125. Piyade Alayı'yla karşı karşıya olan İstihkâm Komutanlığı binası tel örgüyle ikiye ayrılmış, doğu tarafı Cezaevi, batı tarafı ise İstihkâm Taburu olarak hizmet veriyordu. İstihkâm Taburu 2. bölüğü yazıcısıyım. İşlerim biter bitmez dergilere, kitaplara gömülüyorum.

Bir komutan postamız var. Her sabah erkenden kalkar, yaya 15 dakikalık yoldan, 125. Piyade Alayı'nın kantininden, bölük komutanımıza Cumhuriyet Gazetesi alır, komutan gelmeden masasına bırakırdı. Ben de bulduğum bütün edebiyat dergileri okumaya çalışırdım.

Kışladaki ilk bayramımda bir kart attım, ona. Askere gitmeden bir ay önce konuşabilmiştik telefonla. Yüz yüze hiç gelmedik. "Kart atarım sana" dedim. "Cevap veremem belki" dedi. "Olur" dedim.

Bir gün "Türk Edebiyatı" isimli dergim kayboldu. Aradım bulamadım. Birkaç gün sonra Bölük Komutanım Teğmen Ersin Uzun beni çağırdı: "Sen mi okuyorsun bu dergiyi?" dedi. "Evet" dedim. Yüzü ekşidi. Dergi, Teğmenin masasının altındaki çöp kutusunun içine, yırtılmış olarak fırlatılmıştı.

Üzerinde durmadı fazla. Samimi de sayılırdık üstelik. Sonraki günlerde hep iyi oldu aramız.

Gözlüğü olmadan bir şey okuyamıyor, imzalayamıyordu. Sordum bir gün: "Teğmenim, sağlık muayenesinden nasıl geçtiniz?" diye. Gülümsedi. Babası emekli Albay, ağabeyi de Silahtarağa'daki basımevinde Binbaşı idi. İki kardeştiler. Lise'de ona ikizi kadar benzeyen bir arkadaşı varmış. Baltalimanı'nın hemen orada oturuyorlardı, Reşitpaşa'da. (Oturdukları yer bile rütbeliydi.) Babası, sağlık kuruluna onun evraklarını, ona benzeyen çocuğun eline tutuşturarak sokmuşlar. Çok normal bir durum gibi anlattı. Her şey ayarlanmış.

İçim ezildi, yutkundum.

Birlik komutanımız Kıdemli Binbaşı Yücel Eroğlu. Babalar babası. Boş vermiş her şeye. Kurmaylığı pas geçen diğerleri gibi hiç bir şeyi dert etmemekte. Teni esmer, gözleri yeşil. Uzaklarda gezinen bakışlarını, ne zaman üzerinize çevireceğini bilemiyorsunuz. Hazırlıksız yakalanıyorsunuz bazen. Güvenli. Her sabah sporunda üç yüz kişi bağırıyor:

- "Yücel babanın bir çiftliği var, içinde askerleri var…"

İç duvarları sonradan betonla kapatılıp ikiye ayrılan ana binanın, bahçe ve sahanlıkları da tel örgüyle ikiye ayrılmıştı. Pentatlon sahasını Cezaevi ile ortak kullanıyorduk. Gencecik bedenler, daha akranı bir kızın elini tutamadan, nasırlaşmış parmaklarını birbirlerine kenetleyip (45 dakikalık havalandırmaya çıktıklarında) avuçlarını soluklarıyla ısıtmaya çalışarak, tel örgülü daracık bahçede, ışık alacakları bir köşe arıyorlardı.

12 Eylül'ün peşine solcu mahkûmların bir kısmını buraya doldurmuşlardı. Kafalar sıfır tıraşlı, soluk renkleri ve kalın elbiseleriyle bir başka memleketin vazgeçilmiş çocuklarıymış gibi sokuluyorlar birbirlerine.

Oranın komutanı ayrıydı. Bazı sabahlar ifadeye, sanırım 2. Şube'ye mahkûm götürmeye geldiklerinde kıyamet kopardı. Arkadaşlarını vermek istemeyen tutuklular, can havliyle koğuşların kapısını kapatıp, slogan atarlardı. Birkaç ay önceleri duyduğumda hiç de hoşlanmadığım sloganlar, şimdi nedense o kadar da itici gelmiyordu bana.

Çok geçmeden 6. Piyade Tümeni'nden gelen mavi bereli komandolar, avluya doluşur, koğuş kapılarını kırar, (ortalarına alıp, teslim etmedikleri arkadaşlarına, gövdelerini siper eden) onlarca mahkûmu cop sağanağına tutarlardı. Feryatlar altında inip kalkan her cop, vurduğu yere oyuk açan çekiçler misali, kayaları parçalarcasına mütemadiyen bedenlere işliyordu. Oradan kopup gelen uğultu, yıllarca bize eşlik edecek olan yankısını da beraberinde getiriyordu kulaklarımıza.

Mahkûmlar solcuydu ama görevli askerlerin büyük bir bölümü elinden bir şey gelmemenin ezikliğiyle kalakalıyorlardı. Biz İstihkâm Birliği askerlerinin tüfeklerinde mermi bile bulunmuyordu. Çoğu nöbette, mahkûmların pencerelerden sarkıttıkları battaniyelerin alt kısmına iğneledikleri haberleşme kâğıtlarını görür, ama ihbar etmezdik. Elimizden gelen sadece bu olurdu. Çoğu zaman da ziyarete gelen yakınlarına, mümkün olduğunca yardım etmeye çalışırdık. Onlar da bu jestlerimizin farkına varıyor, minnet dolu gözlerle içten içe selâmlaşıyorduk. Konuşmak, alenen yardımcı olmak, askerliğinizin yanması demekti.

Bahar geldi çattı. S-3 karargâh yazıcısı hemşerim Yılmaz, kışlada geçireceğim ikinci bayramın kartpostallarını doldururken, -Ordu'ya, ona yazdığım kartpostalı kastedip- onu tanıdığını söyledi. Şaşırmıştım. O da birkaç gün sonra izne gidecekti. Kartpostalı onun götürüp vermesini istedim. Kabul etmedi. Halinde bir gariplik vardı. Neyse, 15 gün sonra döndü izinden.

- "Sana bir haberim var ama üzülme" dedi: "Seninki nişanlanmış, bu yaza da düğünü varmış."

Karıncalar toprağı içten içe eşeliyor. Ağızlarında taşıdıkları küçük kum ve toprak parçacıklarını yuvarlatıp, ortasından kendilerinin geçeceği büyüklükte bir delik açarak yuvalarından çıkarıp, öbek öbek yığıyorlar etrafa. Çam ağaçlarının iğne uçlu dalları, sabah çiğlerini günün buğusuyla tütsüleyip öyle bırakıyorlar yeryüzüne.

Nizamiye kapısından hızla gelen cip, subay kapısının önünde durdu. Koşarak misafirlerin kapısını açan ve hazır duruşa geçerek selâm çakan Çavuş, hepimizi ciddiyete de davet etmiş oldu.

Gelen misafirler, Tabur Komutanımız Kıdemli Binbaşı Yücel Eroğlu'nun misafirleriydi. Uzun boylu, favorisi kulağının memelerini geçen esmer adamın, gömleğinin üstüne çıkardığı kalın boyun bağı, yanındaki otuzlu yaşlarının sonunu sürmekte olan sarışının yüzünü yalayıp, tekrar yakasına düştü.

Orçun Sonat'tı, bu uzun boylu adam. Meğer komutanın sınıf arkadaşıymış. Sanırım Üsteğmenlikten ayrılıp sinemaya başlamış. Bakışlarında yine o yapışık hüzün ve yeterince ünlü olamamanın verdiği sıkıntıyla karışık bir replik artığı.

Göz göze geldik. Dudağının kenarında beliren kıvrımı selâm niyetine saydım. Sarışın kadın, sanki vizöre ayarlı bakışlarıyla, her yanı tedirginlikle kolaçan ediyordu.

Bizim jönler, hep susarlar…

Niye bilmem?

Yorumlar

Hemşerim yazını hikâyeni bir nefeste okudum. 1960/3 ün devre kaybı olarak yani 1980 yılının Aralık ayında asker oldum. 125. Piyade Alayı Alay Karargah Bölüğünde askerlik yaptım. Benim de seninkine benzer hikâyem var ancak sen çok edebi, düzgün yazmış ve ifade etmişsin. Bizimki de askerliğimizin bitimine 45 gün kala evlenmiş, evlendiğini bir arkadaşım mektubunda bildirmişti. İşte onda sonraki askerlik çook uzun bitmeyecekmiş gibiydi. Ancak o acılar sıradan acılar deyildi tabi. Değerli kardeşim tel. 0505-441-1872 seninle konuşmak isterim selâmlar.

İsa Pehlİvan - 11 Ağustos 2016 (09:18)

İsa kardeşim, merhaba. Aynı günlerde ve mekanda askerlik yapmışız. O günlerin ruhunu yansıtmaya çalıştım. Tanıştığımıza sevindim, selâmlar…

Gökhan Akçiçek - 20 Ağustos 2016 (20:30)

diYorum

 

Gökhan Akçiçek neler yazdı?

53
Derkenar'da     Google'da   ARA