Patronsuz Medya

Karnesi güz yaprağı

Gökhan Akçiçek - 28 Ocak 2013  


Ne zaman kuşlar onu çağırsa çekincesiz giderdi. Her çocuk gibi onun da sevilmeye, okşanmaya ihtiyacı vardı. Üstelik kaç zamandır belli belirsiz bir rüzgâr gelip saçlarını da dağıtmıyordu artık. Çünkü alacak bir karnesi dahi yoktu onun.

Şimdi düşünüyorum da onun gibi olmayı ne çok özlemiştim o zamanlar. Sokakta olmayı, yağmuru, rüzgârı ve güneşi doya doya sırtımda taşımayı ne çok arzuluyordum. Beni her çağırdıklarında kaldırım taşlarının yanında mevzilenmeyi, bir ağacın çimenlere değen dalının hemen ucuna çömelmeyi ne çok istemiştim.

Tüm bunları dilediğince yapabildiği için de yüzündeki o ışıklı yansımayı bazen gözden kaçırdığımız da olurdu. Ama sevincimizin bir balon gibi, gün geçtikçe sönmesi ve ağır ağır durulması karşısında, onunkinin demir ocağında yanan korlar misali hâlâ ferini koruması, burulmamıza yeter neden sayılıyordu. Sokaklar sömestri ve tatillerde bizimdi, lâkin yıl boyu, yıllar boyu onundu ve onun kalacaktı. Bu, canımızı kesin kez acıtıyordu.

Adı Gıdı Dursun'du, aynı sınıfta idik. İlkokul ikide sınıfta kalmıştı. Kalış o kalış… Sonra ayrılmıştı aramızdan. Boynunda bir ayakkabı boyama sandığı, başında pörsümüş bir başlık, ayağında dizine kadar bir kısa pantolon, dolaşır dururdu. Sinema önlerinde, parklarda ve sokaklarda gün boyu turlar, türlü şaklabanlıklar yapardı. Annesi ve babası onun para kazanmasından çok, bir işle meşgul olmasını diliyorlardı aslında. Pek fakir sayılmazlardı. Kendi kendilerine yeter bir haldeydiler. Niyetleri oğullarının hayatı görmesi ve öğrenmesi üzerine idi.

O da öyle yaptı, hayat sokaklarda öğrenilirdi ancak. Bizler öyle değildik ki, önemli işler ileride hep bizi bekliyordu. Öğretmen, mühendis ya da avukat olacaktık. Öyle ya okul bizi yetiştirecek, bu koskoca ülkeyi bizlere emanet edecekti. Nihayetinde devletimizi sokakta bulmamıştık ki! Bu nedenle karnelerimiz hep "pekiyi", ya da en azından "iyi" olmak zorundaydı. Allah'ım ne korkunçtu o günler! (Burada, rahmetli Cahit Zarifoğlu'nun bir dizesine selâm çakalım: "Korkunç bir mevsimdi çocukluğum" .)

Zafıydı. Tokalaşsanız parmakları avucunuzda kırılacak sanırdınız. Soluk rengi hiç düzelmedi. Çivitsiz yıkanan nevresimler gibi, yüzü kül rengine yakındı. Yaz kış elleri cebinde gezer, omuzlarını güçlükle taşıdığını hissederdiniz. Sarıya yakın saçları, kestane rengi gözlerinin üzerine düşer, yağmurda ıslandığında ise ince ve sivri burnu daha da görünür olurdu. Yüzündeki gülümseme hiç eksik olmaz, çok kızdığını da pek göremezdiniz. Üvey iki abisi vardı. En büyüğünün işleri iyiydi. Ortancasını da yanına almış, birlikte çalışıyorlardı. Babanın ilk hanımı ölünce, baba yeniden evlenmiş ve Gıdı Dursun dünyaya gelmişti. İki ağabeyde, ölen annedendiler.

İlkokul iki-deyiz, karne vakti yaklaşmak üzere, bir gün sınıfın kapısı açıldı. Gıdı'nın annesi elinde pazar sepeti, kısık sesle öğretmenimiz Melâhat Hanım'a seslendi. Kapı aralık, en ön sıradayım, konuşmaları belli belirsiz duyuyorum. Öğretmenimiz "çok çalışması lâzım Dursun'un" diyor, anne mahçup, pazar sepetinin içinden bir paket çıkarıp öğretmene uzattı: "Köy peyniri, bizim oralarda çökelek derler, severseniz yine getiririm öğretmen hanım" dedi. Öğretmenimiz sıkıldı, kırmak istemedi kadıncağızı, "bu sefer alıyorum ama lütfen bir daha getirmeyin, Dursun derslerine çalışsın yeter" deyiverdi.

Boya sandığını bir köşede unutur, bizimle oyunlara dalardı. Oyun bitip geri döndüğünde bazen bir fırçası, bazen de boya şişelerinden biri eksik olurdu. Dert etmezdi pek. Evden para beklemiyorlardı ondan, harçlığını çıkarsın yeterdi.

Sokakta karşılaştığımızda selâmlaşırdık hep. Askere de almadılar onu. Yüzünün kül rengi olması boşuna değilmiş. Ara sıra öksürür, öksürmeye başlayınca da sırtını muhatabına dönüverirdi. Saygılıydı. Kimseyle dalaşmaz ve didişmezdi. Sakin, kendi mecrasına akan usul dereler gibi acelesiz ve aheste akıp giderdi. Telaşı yoktu hiç. Irmaklara yetişmeye oradan deryalara ve ummanlara karışmaya hiç tenezzül etmedi.

Sekiz dokuz yıl önceydi. Görev yaptığım lisedeki bir bayan öğretmen, Vakıflar Yurdu'na idareci olarak atandı. Çocukluğumuzun geçtiği mahallede idi yurt binası. Hayırlı olsuna gittik. Öğle vakti, bize binayı gezdiriyor. Öğrencilerin yemek kuyruğundan ayrı bir kuyruk daha var. Yetişkin insanlar, ellerinde yemek fişleri sıradalar. Omuzları düşmüş, zayıf biri, bizi görünce hafiften sırtını döndü. Yemek tepsisini tutan parmakları, tanıdık geldi bana. Evet, oydu: Gıdı Dursun. Genzimi yakan bir ateş boğazımı yalayıp geçti.

Önce babası, sonra annesi ayrılmış dünyadan. Gıdı Dursun iki gözlü kira evinde kalıyormuş. Ev sahibi insaflı biri çıkmış, kira mira almıyormuş. Sanırım devlet de küçük bir maaş bağlamış ona.

Vakıflar Yurdu ziyaretinden bir yıl sonra idi, Gıdı Dursun öldü dediler. Sokaklar çocuk sesleri ile çınlıyordu. Hepsinin ellerinde karneleri, koşar adım evlerine doğru yola koyulmuşlardı. Köprübaşı caminin önündeki söğüt ağacının sulara değen dalları, rüzgâr estikçe, hışırtılı bir ritmle okunan ezana eşlik ediyordu.

Bizi bu kadar tez rüzgârlar büyütürdü ancak…

Yorumlar

Desenize Gıdı Dursun burada da yalnız kaldı. Bir top bulut uçar gider, ardından bakarız, Gıdı Dursun, ben, çitlerin üzerinden atlayan rüzgâr…

Gökhan Akçiçek - 22 Ağustos 2013 (02:59)

diYorum

 

Gökhan Akçiçek neler yazdı?

49
Derkenar'da     Google'da   ARA