Patronsuz Medya

Hüznün Klarnet Taksimi

Gökhan Akçiçek - 3 Eylül 2018  


Birbirinden uzak iki hayatın, bir yol kavşağında buluşmasını şans ve tesadüften öte neye bağlayabiliriz ki! Olacakları önceden kestirmek çoğu kez mümkün gözükmüyor. Tersi olsaydı yaşam tekdüze bir hal alır, sıkıcı ve durağan bir seyrin sonuçlarını katlanamaz bulabilirdik. Zaten dünyada olma nedenimiz -bazılarımız için- bir belirsizliğin yolcuları olmaktan öte, maalesef, bir anlam da taşımıyor.

'Güzelliğin on para etmez, bu bendeki aşk olmasa', Âşık Veysel'in güzellik hissi şekillenmeye başladığında, Veysel, delikanlı bile değildi. Yedi yaşın bizi götürdüğü sulu boya renklere, tabiatın katacağı ayrıntıları fark edemeden değerler bahşetmek, ince bir ruhun marifeti olmalı. Dünya kurulduğundan beri, doğadaki görüntü, renk ve ses armonisi, insan zihnine ve kulağına estetik bilginin kodlarını da fısıldamış sanırım. Yoksa sanat denilen disiplinin muhatabı neden insanlar olsun ki? Diğer canlıların bu türden önceliklerinin olmaması, sanatı, insanın var ettiğine ve yaşama kattığına inanmamızı da gerektiriyor.

İnsan, dokunduğu her nesneye farkında olmaksızın yeni istikametler tayin edebiliyor. Dokunanın ve hissedenin yolu, bir şekilde yıllar sonra bir kez daha kesişebiliyor. Bunu öngörmek şimdilik olanak dışı ve gerekli de değil. Bazen tesadüflerin hiç de gelişi güzel oluştuğuna inanası gelmiyor kişinin. Bazı olayların açıklamasını, sebep sonuç ilişkisinden ziyade, gerçeğin tebarüz etme yeteneğinden kaynaklanıyor olabileceğini de unutmayalım. Ayrıca, sürprizlerin, küçücük şaşırmaların, niyetimizin rengini taşıması kadar doğal ne olabilir ki!

1907'de Edremit'te doğan bir çocuk, ilerleyen yıllarda başaracağı işleri bilse, belki, kendisi de inanmazdı. Ama yaşamın insana neler sunacağını kimse önceden kestiremiyor. Her bireyin ruhuna, doğuşunda üflenen duyarlılığın, kadere müdahalesi Edremit'te de söz konusudur. Esmer çehreli o çelimsiz çocuk, akranları gibi ilkin mahalle mektebine devam eder. Mektebin ilk yıllarında Harb-i Umumi başlar. Sokaklarda bando eşliğinde geçit törenleri yapan askerleri, mahalleli çocuklar, sevinç ve hayranlıkla alkışlarlar. Birliğin önündeki askerin, klarinet çalarak gidiyor olması, o çelimsiz çocuğun ilgisini çeker. Ne güzel ve büyülü bir sestir o! Klarnetin çıkardığı o yumuşacık ahenk, esmer çocuğa bir çift kanat olur. Artık, klarinet sesini her duyduğunda bedeninin hafiflediğini, ruhunun köpüklü sular ile yıkandığını hissediyor. Küçük, sevdalı bir rüzgârın esintisi, mevsimlerin her türden çiçeğini, bahçe sahibinin iznini almadan getirip usulca onun avuçlarına bırakıyor… Hayat, armağanını kimi zaman kura ile de dağıtmıyor; inancı, emeği ve aşkı biriktirenleri üşenmeden arayıp o buluyor.

Babası ve amcası Çanakkale Harbi'ne gittiğinde, babaannesi, torununun ısrarına daha fazla dayanamayıp, ona bir klarinet alır… Ustası yoktur. Kendi kendine o günlerin şarkılarını çalmaya başlar. Edremit'ten havalanan ezgiler Türkiye'yi bir bayram yerine çevirir. Onun klarinetinin sesi diğer enstrümanların arasında hemen fark edilir. Klarnet, çalgı aleti vasfından ağır ağır sıyrılır; isyan etmeyen, değdiği her yüreğe kalıcı hoşluklar zerk eden onurlu bir saza dönüşür. Hızlı tempoda çaldığında neşeli, ağır ritim ile ise hüzünlü ama çaresiz olmayan bir sese evrilir. Hiç bir enstrüman bu türden bir ayrıcalığa hâlâ da kavuşamamıştır galiba.

Esmer çocuk, 12 yaşında iken, mektebi terk edip tiyatrocuların peşine takılıp İzmir'e kadar gider. Onu çağıran ses, kaderinin gerçeği olduğu kadar, müziğin evrensel tınısına katılacak değişik bir rengin, tuvalinden taşma isteğidir de. Egeli o genç, İzmir Musıkî Cemiyeti'ne kayıt olur… Gündüz topluluğa devam edip geceleri de Kordon boyundaki "Yıldız" gazinosunda klarinetini 'şamata' yapmadan çalar. Bir yıl kadar sonra vapurla İstanbul'a gelir ve Üsküdar Musıkî Cemiyeti'ne girer. Kim mi bu değerli klarinet virtüözümüz! Merak etmeyin, cevabı, iki nota arasındaki boşluk kıvamında ve birkaç paragraf sonra dilinize konuk olacak.

Sözü Mes'ud Cemil'e vermenin tam sırası:

"1927 yılında Yeni Postane üzerinde, "Türk Telsiz Telefon Anonim Şirketi" adı ile İstanbul Radyosu kurulmuştu. Bu teşekkülün müdürü de, muavini de, muhasebecisi de, her şeyi bendim. Radyoya intisap etmek isteyenler de bana geliyorlardı. Bir gün asker elbiseli, fakir görünüşlü, hasta halli, çelimsiz bir delikanlı geldi.

- Efendim, dedi, Acaba radyoda arada sırada bana bir iş verebilir misiniz?
- Oğlum, dedim, elinden ne gelir?
- Ben klarinet çalarım.
- Başka bir sanatın yok mu?
- Var efendim, ben Kadıköy'ünde sobacılık ederim.
- Sazın yanında mı?
- Yanımda efendim.
- O halde dinleyelim.

Ceketinin iç cebinden klarinet parçalarını çıkardı, birbirlerine geçirdi. Klarnetin bazı mandallarının yayları bozulmuş olacak ki, lastikle tutturmuştu. Evvelâ kabadan bir "uşşak" gezindi. Derhal dikkatimi çekti. Sanat kıymetini anladık.

- Otur! Dedim. Oturdu. Bağdat'ın tamire muhtaç olduğunu hissettiğim için hademe ile bir 29'luk ile biraz peynir, pastırma ve taze ekmek aldırdım, yedirdim, içirdim.

- Türk musıkîşinasları içinde en çok kimi seversin?
- Cemil Bey'i severim efendim.
- Nereden tanırsın?
- Plaklarından tanırım.
- O halde bana bir hicazkâr taksim eder misin?

Sırf hicazkâr olarak mükemmel taksim etti. Bir de harikulade bir sanat inceliği göstererek tavır itibariyle merhum pederimi hatırlatacak eda ile nağme oyunları yaptı ve hiç bir zaman o üslubun dışına çıkmadı. Hayran oldum. Bir iki 29'luk daha aldırıldı. Delikanlı coştu, sanki elindeki klarinete temessül etmiş gibi idi. O gün klarinetle ney hüviyeti bir rast taksim etti ki, şimdiye kadar bunu hiç bir klarinette görmemiştim.

Sazını istediği gibi söylettiriyordu, piyasa tavrında da harikalar yaratıyordu, hele çiftetellilerde, oyun havalarında görülmemiş bir çalakı (oynak, yerinde duramayan) vardı. O gün mülâkatımız bir imtihan değil, bende unutulmaz bir hatıradır. O gün Şükrü Tunar'ı her seans için 175 kuruşa angaje ettik. Sanatkâr günden güne inkişaf etti, meşhur oldu, şöhret servet getirdi. Fakat hiç bir zaman şımarmadı. Daima terbiyeli, daima nazik ve daima mütevazı kaldı. Klarnet üzerindeki teknik hâkimiyeti arttı, onda alaturka musıkîde hiç kimsenin elde edemeyeceği bir hüner vardı."

Şükrü Tunar, hâlâ aşılamamış bir klarinet virtüözüdür. Sazına yenilmeyen ender sanatçılarımızdandır. Onu, 'öyküsü' olanların arasına alma nedenim, öznel olduğu kadar, aşka olan güvenini sürdürmesi ve mesleğine duyduğu derin bağ olduğunu söyleyebilirim.

Yakında yitirdiğimiz Enver Ercan, bir şiirinde: 'Bende bulduğun benim de aradığımdı' der. İnsan aradığını bulunca neden durulmaz? Oysa özlemler bitmiş, sancılar hafiflemiş olmalıydı. Kavuşmak aşkın kimyasını zedeliyor ve duyguları tahammül hissinin sınırına mı getiriyor? Doktorlar, 'hastalık yok hasta var' diyorlar. Acaba aşk yok sadece 'âşık' mı var. Birbirine benzemeyen, her bireyin kendine has aşk tahayyülü var sanırım. Nerede başlayıp nasıl sonuçlanacağını bilememek, aşkın büyüsünü daha da artırıyor, bireyin kendine olan inancını da aynı ölçüde azaltıyor gibi.

Şükrü Tunar, üç kez evlenmiş, müzmin bir âşıktır. Klarnete kendine has bir üslup kazandırmış, döneminin müzik ortamlarını ve musıkî çevrelerini etkilemiş; tavrının orijinalliği karşısında ismini unutulmaz sanatçılar arasına yazdırmıştır. Otoriteler Tunar'ı övücü cümleler ile anarlar: 'Tunar'ın çok sağlam, güçlü bir tekniği vardır. Tekniği de, üslubu da tamamıyla kendine özgüdür. Klarnetten son derece parlak, bir anda kulağı okşayan, çok güzel sesler çıkarırdı. Perde baskıları kusursuz, ritm duygusu çok yüksek bir sanatçıydı. Musıkî zevkiyle fasıllardaki, taksimlerindeki, oyun havalarındaki ve soliste eşlik ederken ki üslubu, tavrı, süslemeleri birbirinden farklıydı. Özellikle zeybek, çiftetelli, sirto, longa, karşılama gibi oyun havalarındaki üstadlığı erişilmez seviyedeydi. Taksimleri de çok güzeldir. Türk musıkîsinde saksafonu da çok güzel çalardı.'

Aşk sanatı besleyen en güçlü duygu… Yaratıcılığın mayası… Tunar, musıkî repertuarımıza 56 bestesini hediye etmiştir. Tüm bestelerine aşk duygusunun izlerini özellikle serpiştirmiş, gönlünü düşürdüğü aşklarına da mutlaka beste yapmıştır. Meselâ o zamanın sevilen söz yazarlarından Selim Aru'dan yeni âşık olduğu bir Leyla için bestelemek üzere güfte istiyor. Aru, o günleri anlattığı bir hatırasında şöyle diyor:

- "Uzaktan duymuştum birine tutulmuştu. Tutulmadan oturamazdı. Zaten o zaman çalamazdı. Odeon plağının üstündeki hüzzam taksimini ben yapsaydım da, dünyaya tutulsaydım keşke…"

Onun, aşk ve müzik için yaşadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Yalnız, "öyküsü", birçok meslekdaşının arasından onu, değişik, -ya da örneğine pek rastlamayan- hüzünlü bir finale taşımıştır.

İşte burada da ortaya Zeki Müren çıkıyor:

- "Tunar yeri dolmayacak çok büyük bir sanatkârdı. Onu çocuk yaşımda, Bursa'da tanımıştım. Boğaziçi Lisesi son sınıf talebesi iken bir gün beni mektepten alıp, Sahibinin Sesi plak şirketine götürmüştü. "Muhabbet Kuşu" isimli eseri, ilk plağımdır. Efendi ve ağırbaşlı insandı. Sessizdi, içine kapalı bir hali vardı. Yıllarca sahnede, hemen yanımda şarkılarımı şahane klarineti ile süsledi. Konserlerimde beni coşturmak için elinden geleni yapardı. Hususi hayatında da, konuşmaktan çok dinlemesini seven, durgun bir hali vardı."

Fakat madalyonun öbür yüzü, bir vefasızlığı örtmeye çalışmanın izleri ile dolu. Müren'in ölümünden önce de dillendirilen bir gerçek var ki, gümüşü kazıyınca bazen altından bakır da çıkabiliyor. Müren'in sanat müziği bestelerinin (17 tane) hemen hemen hepsi Tunar'a aittir. Bu hakikat musıkî çevrelerinde biliniyor, fakat Müren hayatta olduğu müddetçe dillendirilmekten de kaçınılıyordu. Çünkü 'Paşamızın' eli her yere uzanacak kadar güçlü idi. Nihayet gerçek, Tunar'ın vefatından sonra Müren hayatta iken 1970'li yılların başında ortaya çıkacaktır. Hürriyet gazetesinden Aykut Işıklar'ı gazete bürosunda ziyaret eden Tunar'ın oğlu, Müren'in olduğu iddia edilen notalı beste formlarının -Tunar imzalı- asıllarını, Işıklar'ın önüne koyar. Işıklar, bir yazı ile olayı kamuoyuna duyurur fakat muhatabından hiç ses çıkmaz. Müren'in, haberi okuduktan sonra gazete patronu Erol Simavi'yi ağlayarak aradığı söylenir. Bir kaç gün sonra ise, Simavi'nin yönlendirmesi ile Nezih Demirkent, Işıklar'ı arar ve 'bu olayı fazla kurcalama' der.

15 Ağustos 1962 Çarşamba gecesi, Tepebaşı Cumhuriyet Gazinosu dinleyicilerini mükellef bir müzik ziyafeti bekliyordur. Solist altları sıralarını savmış, saz heyeti assolist Zeki Müren'i beklemektedir. Tamburi Sadun Aksüt'ün de aralarında bulunduğu, o günlerin en kıymetli saz virtüözleri, son akortlarını yapmış, perde açılmış ve Müren, göz dolduran bir ihtişam ile sahneye çıkmıştır. Devamını o an sahnede bulunan tambur sanatçısı Sadun Aksüt'ten dinleyelim:

- "15 Ağustos 1962 Çarşamba. Üzüntülü bir gün… Solist: Zeki Müren. Sahneye çıktık, Kürdilihicazkar peşrevini bir hane çaldık ve Zeki Müren: Şaraaap… Diye meşhur 'Şarap mahzende yıllanır, şarkısını okumaya başladı ve sahneye o ilk kelime ile girdi. İşte o esnada benim yanımda oturan İsmail Şençalar'ın solundaki Şükrü Tunar, paatt diye sahneye devrildi ve bir dakika içinde kalpten vefat etti. Pek tabi o gece çalınmadı. Zeki Müren'in sinirleri bozulmuştu. 19 Ağustos Pazar günü gazinoyu bıraktı, çalışmayacağını söyledi. Onun yerine Hamiyet Yüceses başladı."

Tunar, 1962'de, Müren ise 1996 yılında vefat etmiştir. Tunar'ın vefatı sonrası Müren, 34 yıl daha yaşamış, lâkin ortaya hiç bir beste koyamamıştır. Bu durum hayatın akışına uygun düşmüyor. Musıkî çevrelerinde ve Tunar ailesi tarafından bilinen bir gerçek vardır ki, o da Tunar'ın kendi bestelerini gizli bir anlaşma -daha doğrusu para- karşılığında Müren'e vermiş olmasıdır. Bu türden gelişmeler sanat çevresinde yaygın olmasa da birkaç somut örnekle var olmuştur. Türkan Şoray için senaryosu yazılan ve filmi ile aynı adı taşıyan 'Buruk Acı' şarkısının sözleri de Türkan Şoray'a ait değil, önemli bir kadın şairimiz olan Sennur Sezer'e aittir. Hatta yazarının, Türkan Şoray olarak ilân edilen -aynı isim ile- 'Buruk Acı' romanı da birkaç hafta gazetede tefrika edildikten sonra yayından kaldırılır. Roman tamamlanamaz. Çünkü o roman da ücreti karşılığı Sennur Sezer'in eşi Adnan Özyalçıner'e havale edilmiştir.

Tunar, şöhret basamakların en başında elinden tuttuğu ve besteleri ile onurlandırdığı bir sanatçıya, sahnede Kürdîlihicazkâr peşrevini geçerken aramızdan ayrıldı. Bir iddiaya göre, programa birkaç dakika geç kalan Tunar'ı, Zeki Müren'in kuliste azarladığı söyleniyor. Bu suçlama açıklığa kavuşmamıştır. Tunar'ın daha önce de bir kez kalp krizi geçirdiği biliniyor. Can suyu verdiğiniz bir değer, yıllar sonra sizin ölümünüzün sebebi -ya da bahanesi- olabiliyor. Nereden bakarsak bakalım, tecelli denilen o sonuç içinde çelişkiler de barındırıyor.

Tek kusurumuz, yaslandığımız ağaçtan kıyafetimize tırmanan karıncayı saatler sonra fark edip, onu, yuvasından çok uzak bir yerde toprağa silkelememiz olsaydı. Yanımızdan geçen otomobilin arka koltuğunda oturan şirin bebeğin, bize gülümsediğini, göz göze gelmeden önce göremediğimize hayıflanmamız olsaydı. Sokakta, hayatın içinde rastladığımız her insanı nasılsa yine göreceğimize inanıp, onun da bir öyküsü olabileceğine ihtimal vermememiz olsaydı. En narin ve anlamlı sözcüklerin yalnızca bizim dilimize yakışacağını sanıp, arınma duygumuzu bir kez daha ertelememiz olsaydı.

Keşke!

Bu sözü duyunca mutlaka anımsıyor olmalısınız: "Cahildim dünyanın rengine kandım!"

diYorum

 

Gökhan Akçiçek neler yazdı?

57
Derkenar'da     Google'da   ARA