Patronsuz Medya

Hangi köşeye baksam, karşımda…

Gökhan Akçiçek - 17 Haziran 2012  


Doğup büyüdüğünüz şehirde yazar olmak, şair olmak ya da olmaya çalışmak, hem zordur hem de içinde sakıncalar barındıran bir durumdur. Yazıya, söze buluşmak, üstünüze sinen yaşamak ağrısını, eğninizden çıkardığınız ceket misali gölgeli bir ağacın dalına asmak ve orada biraz soluklanmak gibidir.

Özellikle şiir, insana dair durumların en arınık bir halde güne karışmasıdır. Yazdıklarınızın, söylediklerinizin, kurduğunuz mısralarınızın bizimle, yaşantımızla kısacası hayatla derin bir ünsiyeti olmalı.

Edip Cansever, bir şiirinde (Mendilimde Kan Sesleri) "insan yaşadığı yere benzer Ahmet abi / o yerin suyuna o yerin toprağına…" der. Yaşadığı yere benzeyen kaç şair, kaç yazar var yanımızda, yöremizde? Yazdıkça yaşadığımız yere daha mı çok benzeriz, yoksa hep mi yabancılaşırız?

Bu soruyu cevaplamaya kendimi henüz hazır hissetmiyorum. Alıştığım ve tolere edildiğim şehrimde, bu sorunun beni açmaza götüreceğini biliyorum. Buradan ayrılıp bir süre, -bu uzun bir süre de olabilir- hem kendime, hem yaşadığım şehre biraz da dışarıdan bakmakla bu sorunun yanıtını bulabilirim belki.

Böyle bir tecrübeyi edinmeden, şiirin dayandığı önermeye çok da inanası gelmiyor insanın. Çünkü taşra dediğiniz yerin en belirgin özelliği, insanını gittikçe azaltması ve işlevsizleştirmesidir. Şairin murat ettiği bu da olabilir…

Taşra, zamanın durduğu, rutinin ve ritüelin vakti çepeçevre kuşattığı dar bir alan. Bu alanda genişlemek, burada sözü biriktirmek hiç de kolay olmasa gerek. Her anın aynı bildik yeksanlıkla sürdüğü bir mekânın şiire, söze ve yaşama ait yeni duyuşlar ve sezgiler üretmesi, içimize dolan yaşam kıpırtısını daha da etkinleştirmesi, biraz iyimserlik gibi geliyor bana.

Peki, başka bir düzlemden bakarsak, taşra arınmanın yurdu olabilir mi? İç huzurun, dinginliğin ve bilgeliğe evrilen yeni bir hal ile taşranın bir bağı ve ilgisi var mıdır acaba? Ben daha o evreye gelmediğim için net bir şey söyleyemiyorum. İnatla taşrada yaşamayı sürdürenlerin yaslandığı gerçeği ve taşraya sığınmayı her yazarın, şairin ve sanat üretenin adeta kaderi yapan zorunluluğu da merak etmiyor değilim.

Şunu biliyorum ki: Üretirken metropolde olmanın bir çekiciliği var. Beslendiğin hayat tüm iğrençliği ve acımasızlığı ile gözünüzün önüne yığılıyor çünkü. Çelişkiler, insan ilişkilerindeki güvensizlik, hayatı idame ettirmedeki maddî zorluklar ve daha bir sürü kıyıcı, öğütücü mekanizma.

Bütün bunlar, yazmaya olan şevkimizi kamçılıyor ve bizi içimize döndürüp oradan mı kâğıda yürümemizi sağlıyor? Yazmanın, şiir ve sair şeyler üretmenin doğasında zaten acı ve yenilmişlik yok mu?

Şuradan da soruyu ilerletebiliriz: Doygun, mutlu ve kazanan kişi yazabilir mi? Ruhunun lâbirentlerinde dönüp duranlar, yaşamın yükünü onurlu kalarak sırtlamada ısrar edenler yazıya daha mı yakınlar acaba?

Uzak kalarak, çemberin dışına çıkarak soluk almayı özlüyoruz galiba. İnsanız sonucunda, pörsüyen her nesneye karşı içimizde korkunç bir isteksizlik ve tahammülsüzlük var. Bize çürümeyi hatırlatan her ilişkiyi tiksinç bulmamız da bundan kaynaklanıyor.

Yazmaya başladığım ve yazmaktan geri duramayacağımı anladığım o zamanı hatırlıyorum. Sanki içimde kırılarak, bükülerek, sağa sola yalpa yaparak ilerleyen bir su kütlesinin, kendi mecrasına acemice savruluşunu hissetmiştim. Yazdıkça, yazdıklarım kitaplaştıkça, iyi kötü ödüllerle taltif edildikçe, çevremin ilgisiz, aldırmasız tutum takınacağını o günlerde nereden bilebilirdim ki! Sonraları, aradan yirmi beş yıl geçtikten sonra kendimi şöyle düşünürken buldum:

Keşke taşrada kalmayıp, İstanbul'a taşınsaydım. Orada askerlik yapmamın bende bıraktığı etkinin peşinde olsaydım. Çünkü burada kimse anlamıyor, yeterince ilgi göstermiyorlar, zannındaydım.

Acaba İstanbul'da olsaydım bütün kapılar bana açılacak, görmeyi arzuladığım o sevilme, takdir edilme hislerini doyasıya yaşayabilecek miydim?

Bilmiyorum, daha doğrusu denemediğim için bir fikir sahibi de değilim.

Durup dururken nereden geldim buralara, yüreğimin gizli vanasını kim gevşetti bu yaz günü, anlamadım gitti.

Sanırım sıcaklardan olacak, bir gölgelik bulmalı, hafif rüzgâr alan kuytu bir serinlik…

Yorumlar

Sevgili Akçiçek, sizin gibi duygulu bir kalbe sahip şairler, yazarlar için, varsa eğer, çevrenizdeki hoyrat değerbilmezliğin ne kadar can acıtıcı olabileceğini tahmin ederim.

Üstad, Oz Büyücüsü adlı fantastik hikâyesinde yazar, Teneke Adam (Tinman) adlı karakterinin ağzından, mealen, şöyle diyor:

- "Ben kalbi alayım, zira beyin insanı mutlu etmez ve mutluluk dünyadaki en güzel şeydir."

Beyniniz size eziyet ettiği zaman, kalbinizi dinleyin derim ben. Sizi o mutlu edecektir.

Sevgiyle…

Melih Özel - 18 Haziran 2012 (09:58)

Gökhan üstad, bir yazı yazdınız, bendenizi -deyim yerindeyse- kör kuyularda merdivensiz bıraktınız.

Gece yatağa yazdıklarınızı düşünerek girdim. Normalde hemen uyurum, ama bu gece düşünceler (belki de sıcak) kolay kolay uyutmadı.

Sabah kalktım, hâlâ sizin yazdıklarınızı düşünürken buldum kendimi.

Oturdum, bir daha okudum, daha da çok işledi içime. Deldi de geçti.

Derkenar'da yazdığım birçok yazıda benzer soruların cevabını aramıştım. Sanıyorum ki, daha uzun zaman ararım.

"Nereye" adında bir kitap yazmıştım vaktiyle. Orada "Yusuf'u kuyuya atan el miydi?" diye bir bölüm vardı. Bu tür soruların nedenini niçinini sorgulayan, halen kanayan derin bir yaranın röntgeniydi aslında.

Biz bu sorularla daha çook boğuşuruz. Bir cevap bulamadan da kıçımızda yarım paket pamuk, selvilere gübre oluruz.

Uzağa bakmaya gerek yok. Bir soralım bakalım, şu internet dergisine yüreğini açan yazarlardan kaçının, "anası bacısı gardaşı, eşi dostu yoldaşı" onun yazdıklarını zahmet edip okuyor?

* * *

Tevrat'tan şuna benzer bir cümle kalmış aklımda:

"Bir peygamberi ancak kendi ailesi hor görebilir."

Musa'ya mâlum olmayan cevap bize malum olacak mı dersiniz?

Necdet Şen - 18 Haziran 2012 (13:00)

Necdet abi, Melih hocam, maalesef öyle, derin bir yaramız var. Bu nedenle artık sözcükleri en yakın akrabam bildim.

Yazar arkadaşların birinden duymuştum: İlk kitabı çıkan arkadaşın biri, üniversite öğrencisi olan kardeşinin odasına da kitabından bir tane koymuş. Aradan makul bir süre geçtiği halde kardeşten hiç ses yok. Yazar olan dayanamamış kardeşine sormuş, "kitabımı okudun mu?" diye. Aldığı cevap aynen şöyle: "Niye okuyayım ki, sen Dostoyevski misin?"

Gökhan Akçiçek - 19 Haziran 2012 (11:20)

diYorum

 

Gökhan Akçiçek neler yazdı?

66
Derkenar'da     Google'da   ARA