Patronsuz Medya

Gölgesiz Harfler

Gökhan Akçiçek - 18 Şubat 2017  


Şiirin de mülkiyet olduğunu hatırlatıyor bazı şairler. Oysa roman, öykü, tiyatro, resim ve heykel mülkiyet olabilecek özellikler taşımıyor değil. Lâkin şiir, tüm bu yapıtlardan daha bağımsız ve daha fazla dolaşımda olmakla birlikte sınırını da kendisi çiziyor.

Tapulanması en zor edebiyat nesnesi şiir galiba. Onun da halk türküleri gibi sahibinden bağımsız bir serencamı var. İnsan unutmaya kurulu çünkü. Dünyaya alışan şairler bu gerçeği göz ardı ediyorlar bazen. Bizi var eden önceliklerimizi gündemin dışına taşıdığımız olmuyor mu yaşamın hay huyu içinde? Oluyor kuşkusuz! Kısa mola aralıkları mı sayalım bu aymazlığı, yoksa bedenin kendi ağırlığından bıkmasının getirdiği telâş mı acaba?

Söz kimi kez yoruyor insanı. Derde deva sözcükler bu çağın alışkanlığı değil sanki. Sözünü söyleyip kenara çekilenlerin, vardığı hedefi tutturup tutturmadığını merak etmeyenlerin saygı duyulası bir halleri var. Bizlere her daim göz önünde bulunmamamız gerektiğini incelikle telkin ediyorlar.

Çağlar önce, bütün mülklerin vazgeçilir olabileceğini de hatırlatanlar oldu. Kimimize bir kilim yeter de artardı bile. Günümüzde "kilim" bir ev eşyası markası olunca, televizyon reklamlarında şu sesleri de işitir olduk: "Bir kilim yeter bize…". Yüzyıllar öncesinin Ebu Zer'i, bu günleri hissetmiş midir acaba?

Tarih tekerrürden ibaret derler, bazen haklı çıkıyor bu mesel. Kırk altı yaşında, 46 kilo iken vefat eden Oğuz Haluk Alplaçin'e hakkını teslim etmezsek, hatıralar incinir; söz yorulduğunu hatırlar ister istemez. İlginç bir öyküsü vardır Haluk'un. Namı diğer "Hayalet Haluk" 1929 Ankara doğumludur. 1975'de aramızdan ayrılana değin bırakın eşyayı, mülkiyeti; gölgesini dahi sokaklara emanet etmeden yaşadı.

Haluk Oğuz Alplaçin'in aile kökeni Diyarbakır'a dayanır ve Oğuz, Diyarbakır'ı hiç görmemiştir. Bunu bilen dostları bir ara aralarında para toplayıp bilet almışlar ve Haluk'u İstanbul'dan trene bindirmişler. Lâkin Haluk Diyarbakır treninden Pendik'de inivermiş.

Hep siyah elbise ve siyah bir gözlükle dolaşmış Hayalet Oğuz. İngilizce'den yaptığı çeviriler ile geçimini sağlamış, çeviri yaptığı 100'e yakın kitaba ve yine yazdığı Yeşilçam senaryolarına ismini dahi koymamış. Kuru temizlemede bir iki takım elbisesi durur, eline para geçtiğinde ise hemen yeni bir elbise ve iç çamaşırları alır, eskileri de çöpe atarmış. Belirli bir adresi olmamış. Otel odalarında, kahvehane köşelerinde bazen de arkadaşlarında misafir kalmış; yani bir nevi yersiz ve yurtsuz kalmayı seçmiş. Yanında taşıyacağı, kaldığı yerlere götüreceği, üzerine giydiklerinden hariç başka hiç bir eşyası olmamış Oğuz'un.

"Yırtılarak tel örgüde sesim / ödenecekler ödendi / bu alım satım dünyasında / bir ötekinin yurtsuzu herkes / evimi sırtımda gezdiriyorum bu yüzden" diyerek hayata karışmayı pek istememiş, cebinde İngilizce bir polisiye roman, batıya açılan ilk kapılarımızdan olan Beyoğlu ve Pera'dan seyredivermiş dünyayı. Kimilerimiz, ömrünü sanat üretimine ya da edebi metinler oluşturmaya adayanları anlamakta zorluk çekebiliyorlar. Oysa bu tercihin, -bazılarımızca- beyhude bir çaba gibi görünmesine rağmen yaşamı onaran tılsımlı bir yanın da olduğu unutulmamalı.

Sahabe zamanın Ebu Zer'i ile 1950'lilerin Hayalet Oğuz'unun nezdinde dünyaya, eşyaya ve mülkiyete bakış perspektifi neredeyse aynı. Çünkü Hayalet Oğuz, mülk edinmeyi ayıptan öte suç sayacak kadar kararlı bir duruş sergilemiş.

Oğuz'un en yakın dostları sanat ve edebiyat dünyasının insanları olagelmiş daima. Tezer Özlü, Orhan Duru, çevirmenin en yakın ve en sık görüştüğü kişiler. Tezer Özlü, "Eski Bahçe Eski Sevgi" kitabında yer alan öyküsünde Hayalet Oğuz'u konuk etmiş. Senarist Bülent Oran ile de 10 yıl birlikte çalışmışlar.

Rock müziğine özel bir ilgi duymuş ve kendi adı ile yayınladığı tek kitabının ismi ise: Dünya Sarsılıyor - Rock'n Roll.

Hayalet Oğuz, misafirlikte kaldığı evlerde bile ev sahibine değmeden yaşamış. Sanki buharlaşıp yok olmuş adeta. Varlığı hiç bir mekanı daraltmadığı gibi aksine orayı genişletmiş ve sakinleştirmiş.

Asıl üzerinde durulması gereken özelliği benim de farkında olmadan titizlendiğim siyasî ve örgütçü kurumlara mesafeli oluşu. Bireysel olabilmeyi önemsemiş, belki de tek olmanın erdem olduğunu bu topraklarda yeşerten ilk karakter olmuş. Bireysel bir direnme ve başkaldırı destanı yazmış desek, abartmış olmayız.

Hayalet'in resmi daireler ile hiç işi olmamış, ev kiralamamış dahası hiç evlenmemiş, pasaport kullanmamış. Elinden geldiği kadar temiz giyinmeye çalışmış. Üstüne başına kolonya sürer, saçlarını özenle geriye tarar, Bafra sigarı içermiş.

Hayalet Oğuz'a çağdaşı iki bohem daha benziyor. Birisi Sakallı Celal, diğeri ise 'Kılıç Artığı' bir şair ve çevirmen olan İlhan Şevket Aykut. (Aykut'un öyküsü müstakil bir yazıyı ayrıca hak ediyor.)

Mütemadiyen bir şeyler anlatmanın peşinde olmak her dönem cazip gelmiş insanlara. Ama anlatmaktan öte bir şeyler göstermek özgün şahsiyetlerin işi olmuş sanırım. Sanat yapanların en belirgin yönleri bazen hayatı unutabilmeleri. Yaşamı unutarak başka bir yaşam kurmanın mümkün olacağını topluma gösteren hep sanatçılar olmuş. Edebiyat üretenler kimi kez hazırlıksız ve sezgi yoluyla yaparlar bunu. Bu nedenle her soruya verilecek hazır işi bir cevabı olmayanları da anlamalıyız.

Ömer Uluç'un deyişiyle, "sadece o an var olan" bir insanmış Hayalet Oğuz. 1975'de rahatsızlığı artmış ve yapılan muayenede akciğer kanseri teşhisi konulunca da Heybeliada Sanatoryumuna kaldırılmış. Sonunun yaklaştığını hissetmiş olacak ki, onu ısrarla muayeneye götüren Tezer Özlü'ye şöyle demiş:

- "Celal Sılay'ın ardından yazdığın yazı geldi aklıma."

Tezer, gülümsemiş ve şöyle cevaplamış:

- "Heybeliada'da dinlen, sakın sen gelme, biz seni görmeye geleceğiz. Hem merak etme senin ölüm yazını da ben yazacağım."

Heybeliada Sanatoryumunda ancak dört gün yaşayabilmiş Hayalet Oğuz. Akciğer kanserinden vefat ettiğinde kilosu da yaşı da aynı rakama tekabül ediyormuş: 46. Cenazesinde imam annesinin adını sormuş, kimse bilmiyor, akrabalarından spiker Dürnev Tunaseli arkalardan seslenmiş:

- "Havva."

* * *

Son günlerine yakın Degüstasyon'un önünde Ali Poyrazoğlu'na rastlar. İnce ve sevimli sesiyle şakalaşır, yanağından makas alır Poyrazoğlu'nun ve dudaklarından şu cümleler dökülür:

- "Tatlı hayat kurbanları gene nereye?"

İnsanın kanayan bir yaraya dönüşmeden dünyaya elveda demesinde bir hikmet vardır elbet…

diYorum

 

Gökhan Akçiçek neler yazdı?

55
Derkenar'da     Google'da   ARA