Patronsuz Medya

Ben, yönetmen Sabri Kaliç

Bülent Karaköse - 23 Ocak 2020  


Geçtiğimiz haftalarda TRT'de 'Tutunamayanlar' isminde yeni bir dizinin ekranlara geleceği haberini aldığımda çoğu 'oğuzatayseverler' gibi ben de önce telâşa kapılıp "Eyvah!" dedim, "Diğerleri gibi, o güzelim romanı da iğdiş edecekler."

Ama internetten biraz araştırma yaptığımda gördüm ki, o Tutunamayanlar'ın bizim Tutunamayanlar'la hiç bir ilgisi alâkası yokmuş. Absürt komedi bir TV dizisi yapmışlar. TV dizisi isimlerine kıran girmiş olacak ki, dizinin senarist yazarı, Oğuz Atay'ın enfes kült romanının ismini aparmış sadece. Derin bir nefes alsam da, sevinsem mi üzülsem mi karar veremedim. Gençlik yıllarımın başucu romanı Tutunamayanlar'ın ismini ne zaman bir yerlerde duysam ya da okusam aklıma, hayatımın kıyısına vurup, sonra apansız kayıp giden o şahane serseri arkadaşlarımdan çevirmen, yazar ve film yönetmeni Sabri Kaliç geliverir.

Niye mi?

Çünkü Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar romanını beyaz perdeye taşımak, genç dostum film yönetmeni Sabri Kaliç'in tek hayaliydi…

Doksanlı yılların ilk çeyreği mi ya da seksenli yılların son demleri miydi tam hatırlamıyorum; hatırladığım, Eski Galata köprüsünün altında herkesçe malûm mekânımız Kemancı'da kör kütük demlendiğimiz ve gençliğimizi hunharca harcadığımız şahane gecelerden bir geceydi…

Mekânın kapanma saati gelmiş, hesabı ödeyip arkadaşlarla ayaklanmıştık. Mekânın sahibi Zeki ulu orta arkamdan seslenerek beni durdurdu ve her zamanki nezaketiyle, yanında ayakta duran genç adamı işaret ederek, küçük bir ricada bulundu:

- Bülent'cim, yeriniz varsa, arkadaşı da misafir edin bu gece. İzmir'den bugün gelmiş, bu gecelik kalacak bir yere ihtiyacı var. Arkadaş film yönetmeniymiş

Han hamam, otel pansiyon sahibi değildim, ama sokakta kalanlara evimin kapısının açık olduğunu bilenlerdendi Kemancı Zeki.

Kapıdan döndüm, yanlarına gittim…

Elini uzatıp, "Ben yönetmen Sabri Kaliç" dedi kendinden emin bir ses tonuyla. Onu karşılıksız bırakmadım. Ben de elimi uzattım nezaketen ve tokalaştık. Evet, sadece tokalaştık, onun gösterdiği yakınlığı sıcaklığı göstermeden, kendimi ona tanıtma ihtiyacı duymadan. Çünkü onun kadar kendimden emin değildim; olamadım da hiç bir zaman…

Duraksayıp, gözlerimi kısıp yüzüne baktım biraz. Alkolden olsa gerek, sırıtıyordu masumane. Adından önce sanını söyleyenlerden oldum olası rahatsız olmuşumdur hep, ama bu defa olmadım. Nedense, sevimli bir tını hissettim kulaklarımda.

Genç yönetmenin kendini tanıttığı cümleyi içimden tekrar edip, buruk burçuk gülümsedim kendi kendime. Aklıma kıç ceplerindeki diplomalarıyla 'kültürün ve sanatın beşiği İstanbul'un cazibesine kapılıp yerini yurdunu terk eden tanıdığım onlarca genç yönetmen, yazar, çizer, şair, artist, oyuncu adayı cengâverler gelmişti; akabinde, umduklarını bulamayıp sürüm sürüm sürünen, telef olan… Sanat sepet işlerini tekelinde tutanların ve bu işlere bulaşıp, ucundan kıyısından parayı bulup bir yerlere gelenlerin kimsenin yeteneğine, diplomasına ve gözünün yaşına aldırmadıklarını acımadıklarını erken yaşlarda doğrudan doğruya sahada görmüş öğrenmiştim. Kurtlar sofrasında genç yönetmen -ya da yönetmen adayı- Sabri Kaliç'in de işi zordu bu yüzden.

Takıldığım mekânın müdavimlerine, yanımdaki haydut görünümlü arkadaşlarıma ve bana oranla pırıl pırıl sağlıklı bir yüze ve bembeyaz dişlere sahipti Sabri. Ancak, düzgün görünümünün yanında kış ayında gece vakti alnına yapıştırdığı siyah Ray-Ban gözlükleriyle de dikkat çekilmeyecek gibi değildi.

Arkadaşlar kapıda titrek ve sarhoş bedenleriyle bekleşiyorlardı. Kemancı Zeki'ye dönüp göz kırparak, "Tamam, arkadaş gelsin bizimle. Ona yatacağı bir döşek ayarlarız bu gecelik." deyip, çakır keyif haydut arkadaşlarımla Sabri'yi de peşimize takıp, o gece konaklayacağımız evin yolunu tuttuk…

Benim tayfa pek yüz vermemişti beybi feys Sabri'ye, o da tedirgin olmuştu haliyle. Tedirginliğini gecenin karanlığında loş sokak lâmbalarının altında yürürken fark ettiğimde, Sabri'yi benim tayfayla tek tek tanıştırma ve kaynaştırma gereği duydum:

"Bak Sabri'cim, bu Deli Tamer, bu İskelet, bu Piç Gökhan, bu kel olan Dalgıç Kadir, bu bok çuvalı kıvırcık Memnu; bu da Sinan…"

Endişesi bir kat daha artmıştı Sabri'nin. Doktor, mimar, mühendis, avukat arkadaşlarımla tanıştırmıyordum ki garibi, Köprüaltı'nın en uç en uçuk en kaçık simalarıyla tanıştırıyordum. Hatamı derhal anlamıştım.

Hatamdan dönmek, huzursuzluğunu gidermek maksadıyla yanına iyice sokuldum Sabri'nin. Sanat edebiyat lâkırdıları edip, kendimden bahsettim yol boyunca. Sabri'ye mizahla iştigal ettiğimi, sabah kalkıp gazeteye karikatür çizmeye gideceğimi söyledim. Canlı bomba görünümündeki arkadaşlarımın aslında canlı birer karikatür olduklarını söylediğimdeyse, tedirgin temiz yüzüne beni de rahatlatan bir gülümseme düşürüverdi…

Ertesi gün evden çıkarken Sabri de peşime takıldı. Ben gazeteye işime gidecektim. Telefon rehberini kaybettiğinden, kendisinin nereye gideceği konusunda bir fikri yoktu.

Yol boyunca konuşmadan yürüdük. Otobüs durağına geldiğimizde ona bol şans dileyip, yanından ayrıldım…

Gazetedeki işimi erken bitirmiş, o gün de Köprüaltı'na inmiştim. Sabri, Kemancı'nın kapı ağzında oturmuş birasını yudumluyordu erkenden. Bana komik gelen Ray-Ban gözlüğü hâlâ alnında yapışık durduğundan, onu o kalabalıkta tanımakta zorlanmadım hiç. Etrafıma bakınırken beni görüp, masasına davet etti. Bizimkilerden kimse yoktu ortalıkta, bu yüzden davetini geri çevirmedim Sabri'nin.

Yanına oturup, bir bira sipariş ettim garsona. Biralarımızı yudumlarken gecesinin nasıl geçtiğini soracaktım ki, Sabri anlatmaya başladı:

- Soğukta sokakta kalmaktan kurtardın beni, sağ ol Bülent abi… Şikâyetçi değilim, ama horultulu gürültü kâbus bir geceydi…

İyimser bir kabullenişle sözünü kesip, "Olsun" dedim ve ekledim "Kâbus dolu gürültülü, horultulu geceler sanatçıyı besler."

Gülüştük…

Henüz ortada görünürde çektiği yönettiği bir film, yazdığı bir roman öykü yoktu Sabri'nin; en azından ben öyle biliyordum. Doğaçlama, ona atfen kurduğum uyaklı cümlede onun bir 'sanatçı' olduğunu vurgulamış, gözlerinin ışımasına göğsünün kabarmasına sebep olmuştum. Gaza gelmiş olacak ki önce kendinden, sonra da sanatsal projelerinden bahsetmeye başladı hararetle. Etrafımdaki insanların hayat hikâyelerini ve projelerini dinlemekten kusacak hale gelen ben, o gün de Sabri'nin projelerini dinledim sabır ve dikkatle.

Polis Akademisi'nden ayrılıp Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'ne geçmiş, sonrasında, İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema Bölümü'nde film yönetmenliği okumuş; öğrenciliği sürecinde ise gemicilik, mizah yazarlığı, turist rehberliği yapmıştı Sabri. Onun heyecanla anlattığı, benim ise anlamakta zorluk çektiğim deneysel sinemayla ilgili projelerinden çok, beni en heyecanlandıran, Tutunamayanlar romanının filmini yapacağı projeydi.

Sabri de Oğuz Atay külliyatını erken yaşlarda hatmetmiş, etkisinden kurtulamamıştı benim gibi. Sohbetimizin yarısından fazlasında Oğuz Atay'ın roman kahramanlarından bahsettik ve sanki yakın dostlarımızmış gibi Selim'i, Turgut'u, Hikmet'i, Günseli'yi, Süleyman Kargı'yı, Beyaz Mantolu Adam'ı birbirimize anlatıp durduk. Eğer birgün Tutunamayanlar'ın filmini çekerse ve filmde bana da küçük bir rol biçerse, rolümün hakkını vererek oynayacağımın sözünü verdim. Göz kırpıp, başparmağıyla 'okey' işareti yaptı Sabri ve kafasını eğerek beni onayladı: "Tamam dostum, söz! Seni de oynatacağım!"

Bira bardağımı ileride gerçekleştireceği projelere kaldırıp, ona da talihinin açık olmasını dileyip yanından ayrıldım.

Yaşadığı o kâbus dolu gecenin hatırı var mıydı bilmiyorum ama Sabri'yle yaklaşık on yıl sonra tekrar karşılaştığımda alnındaki gözlük sayısını ikiye çıkarmış, yazdığı, derlediği ve çevirdiği onlarca kitabı ve aldığı ödülleri heybesine tıka basa doldurmuştu.

Heybesinde sadece Woody Alen'dan Irvine Welsh'e, D. Rushkoff'dan Magnus Mills'e yaptığı çevirileri, derlediği ve yazdığı kitapları gördüğümden değil, ta öğrencilik yıllarında, 1987'de çektiği tek karelik 'A Fassbinder Lie' isimli deneysel filmine Hollanda'dan 2005'te aldığı ödülü kendi ağzından duyduğumda da çok sevinmiştim.

Sabri, geçimini sağlamak için film setlerinden platolardan çok, yayın evlerinde sektör dergilerinde çevirmen ya da editör olarak çalışıyordu. Zaman zaman aldığı yazı-çizi işlerine beni de ortak ettiğinden, dostluğumuzu iyice pekiştirmiştik.

Sinemanın sevdalı emekçisi Sabri Kaliç uzunlu kısalı birkaç film yapsa da, ne 'Tutunamayanlar'ı, ne de hafızalarımıza kazınacak türden film projelerini beyaz perdeye taşıyabildi; ama, sinemayla uğraş verenlerin ve sinemaseverlerin kütüphanelerini zenginleştirecek hatırı sayılır dokümanter kitaplar yazdı.

"Deneysel Sinemanın Kısa Tarihi" kitabı Sabri Kaliç'in hatırı sayılır en önemli dokümanter kitaplarından biridir. Kitap, türünde yazılmış bir ilk kitap olarak kabul görüp tarihe geçmiş, 1992 senesinde "Kültür Bakanlığı Yılın Sinema Kitabı Ödülü"nü almıştır.

Sabri Kaliç "Şeytanın Türkçe Sözlüğü" isminde sıra dışı özgün bir sözlük yazdıktan kısa bir süre sonra, Çeşme'de yılların yorgunluğunu attığı bir yaz tatilinde genç denecek bir yaşta hayata veda etti.

Kitabı basıldıktan kısa bir süre sonra öleceğini sanki hesaba katmış gibi, Sabri vasiyetini de kitabına yazmıştı:

"vasiyet: Belki çok erken, belki çok saçma ama vasiyetim gayet açıktır, öldükten sonra gerçek bir doktor raporu beklemeden ve ölümümün üzerinden en az 24 saat geçmeden beni asla gömmeyin! Cenazemde kur'an okuyan bir insan duymayı veya tabutumda yeşil ve arapça yazılarla dolu bir paçavra görmeyi asla istemiyorum. Uyarına gelirse, cenazemde goran bregoviç'in "ederlezi" parçasını çalın, birazcık ağlayın ve sonra da en yakın bara gidin, sabaha kadar içki içip dans edin:) (mezartaşımı da ben yazayım da eksik kalmasın: Sabri kaliç [1966-?] yazar-yönetmen)"

Özellikle genç iken, tek başına projeler yapıp kararlar alabilen ve yaptığı projeleri, aldığı kararları zor koşullar altında dahi olsa hayata geçirebilen ya da geçirmeye çalışan, idealist ve kendinden emin insan modellerine hep gıptayla bakmış ve gönülden alkışlamışımdır. Sevgili Sabri Kaliç de tanıdığım o insan modellerinden biriydi. Sabri'nin hayata tutunmak için bir sürü projeleri vardı; ya siz sevgili genç arkadaşlarım, sizlerin 'zihni sinir' projelerinden öteye giden projeleriniz var mı? Varsa, yaşadığınız ülkeye, zorluklara, baskılara ve zorbalıklara aldırmaksızın hayata geçirin lütfen!

"Uçmak için kuş olmak gerekmiyor,
Küçük sevinçler olsun yeter."

diYorum

 

47
Derkenar'da     Google'da   ARA