Patronsuz Medya

Okumanın Tarihi

Alberto Manguel - Kasım 2001

Künye - Alberto Manguel, Okumanın Tarihi, YKY Kasım 2001, Sayfa:68-71
Gönderen: Oya Erdil  


Ortaçağın yarısına dek yazarlar okurlarının metni yalnızca göreceklerini değil duyacaklarını da var saydılar, hatta kendileri sözcükleri bir araya getirirken yüksek sesle söylüyorlardı. Göreceli olarak çok az kişi okuyabildiği için dinletiler yaygındı ve ortaçağ metinlerinin çoğu dinleyenleri bir masala "kulak vermeye" çağrırlardı.

Bu okuma alışkanlıkları deyimlerimizde hâlâ yaşıyor olabilir. Bir mektupta okumuş olsak bile aktarırken "duyduğuma göre", iyi yazılmamış anlamında da "kulağıma tuhaf geliyor" deyimlerini kullanırız.

Kitaplar yüksek sesle okundukları için, onları oluşturan harflerin fonetik birimler olarak ayrılma zorunluluğu yoktu. Zincirleme dizili tümceler halindeydiler. Bu harf sıralarını gözlerin nasıl izlemesi gerektiği ise yerine ve çağına göre değişiyordu. Bugün Batı'da uyguladığımız soldan sağa ve yukarıdan aşağıya okuma hiç de herkes için geçerli değildir.

İbranice ve Arapça gibi kimi yazılar sağdan sola; Çince ve Japonca gibileri sütunlar halinde yukarıdan aşağıya; Maya dili gibi birkaçı da dikine çift sütun olarak; kimileri de Eski Yunan yazısında rastlanan dönüşümlü gidiş gelişler halinde; "toprağı süren bir öküz gibi" (bustrofedon yazı) okunurlar. Aztek yazısında görülen, yılanlar ve merdivenler oyununda olduğu gibi sayfada dolaşan, yönünü çizgilerin ve noktaların belirttiği yazılar da vardır.

Sözcüklerin birbirlerinden ayrılmadığı, büyük harf ve küçük harf ayrımının gözetilmediği ve noktalama işaretlerinin olmadığı parşömen tomarlara yazma geleneği sesli okumaya alışık insanların amaçlarına hizmet ediyordu. Göze birbiri ardına dizili harfler olarak görünen şeyi kulağın ayırmasına alışık birine göre düzenlenmişlerdi. Bu devamlılık o kadar önemliydi ki, parşömen ya dapapirüs yapraklarını bir arada tutacak bir tutkal bulan Philatius'un heykelini diktiler.

Harflerin sözcükler ve tümceler olarak ayrılma işi oldukça yavaş oldu. Mısır hiyeroglifleri, Sümer çiviyazısı, Sanskritçe gibi birçok eski metin bu bölünmelere gerek duymuyorlardı. Eski yazıcılar işlerini o denli iyi biliyorlardı ki, ayırıcılara gereksinimleri yoktu. Keşişler okuma becerileri zayıf olanlara yardım için metinleri per cola et commata adı verilen tamamlanmış düşünce birimlerinden oluşan satırlara ayırdılar. Bu, ilkel bir noktalama yöntemiydi ve kararsız okura bir düşüncenin sonunda sesini yükseltme ya daalçaltma konusunda yardımcı oluyordu.

Noktalama güvenilirlikten uzak kaldı ama bu eski yöntemlerin doğru okumayı kolaylaştırdıkları tartışılmazdı. Altıncı yüzyılın sonlarına gelindiğinde, Suriyeli Aziz İsaakios bu yöntemin yararlarından söz ediyordu: "Ben, okuduğum şiirler ve dualar bana keyif versin diye sessiz okuyorum. Anlamlar dilimi susturunca, bir rüyada gibi oluyorum; düşüncelerim ile duygularım yoğunlaşıyor. Bu sessizliği sürdürmek yüreğimde anıların kargaşasını dindiriyor, derindeki düşüncelerim ardı arkası kesilmeyen ve beklenmedik mutluluk dalgaları yayıyorlar. Yüreğim birden bire göneniyor."

Ve Sevillalı İsidorus, yedinci yüzyılın ortalarında, sessiz okumayı, "zorlanmadan okumak, okudukların üstüne düşünmek ve unutmayı zorlaştırmak için iyi bir yöntem" olarak övecek kadar yakından tanıyordu. Kendisinden once yaşamış Augustinus gibi, İsidorus da okumanın zaman ve yer ötesi bir iletişim sağladığını biliyordu, ancak Etimolojileri'nde belirttiği önemli bir farkla: "Harfler orada bulunmayanların sözlerini bize sessizce iletme gücüne sahiptirler."

Noktalamanın "gökten inişi" sürdü. Yedinci yüzyıldan sonra bir nokta ve çizgiler bileşimi nokta işaretini, yukarıda bir nokta da bugünkü virgülü ifade ediyordu; iki nokta üst üste ise bugün kullanıldığı biçimde idi. Sanırız dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde yazıcılar arasında sessiz okuma, sözcükleri komşu sözcüklerden ayırmayı başlatacak kadar yaygınlaşmıştı. Bu, hem metne göz gezdirmeyi kolaylaştırmanın yanı sıra estetik kaygılardan da kaynaklanmış olabilirdi. Onuncu yüzyıla gelindiğinde sessiz okurun işini daha da kolaylaştırmak amacıyla metnin ana bölümlerinin (örneğin İncil'deki kitapların) ilk satırları rublikler yani metin dışı açıklamalar gibi kırmızı mürekkeple yazılır oldular. Varlığı çok eskilere dayanan ve paragraf ayıran çizgi (Yunancada paragraphos) ya daçivi (diple) uygulaması sürüyordu. Daha sonraları paragrafın ilk sözcüğünün baş harfi farklı bir büyüklükte ya daüste yazılır oldu.

Yazıcıları skriptoryum adı verilen manastır yazı odalarında sessiz olmaya çağıran ilk kural dokuzuncu yüzyıldan kalmadır.

Oysa sessiz okuma okura kitap ve sözcükler ile kendi arasında kısıtlanmamış bir ilişki kurma olanağı veriyordu. Sözcükler onları seslendirme için geçmesi gerekli süreden kurtulmuş oluyorlardı. İç mekânda var olabiliyorlar, peş peşe geliyorlar, tamamen okunuyor ya dayarım yamalak söylenip kavranıyorlardı ve bu arada okurun düşünceleri onları keyfince değerlendirebiliyordu. Okur bellekte olanlarla ya daaynı anda göz gezdirilmek için açılmış başka metinlerle karşılaştırma yapabiliyordu. Onlardan yeni düşünceler türetebiliyordu. Artık düşünmek ve tekrar düşünmek için zaman olduğunu bildiği bu sözcüklerin, dışında olduğu kadar içinde de yankılanabileceğini kavrıyordu. Cilt kapakları arasında yabancılardan korunmuş olan metin ister skriptoryumda, ister kalabalık pazaryerinde, ister evinde olsun, artık onun bireysel malı, dağarcığının bir parçası olabilirdi.

Kimi dogmacılar bu yeni eğilimin farkına vardılar. Onlara göre sessiz okuma göz açıkken düş görmeye yol açıyordu. Günah sayılan aylaklığa (accidie); "gün ortası yok edici israfa" yol açıyordu. Oysa sessiz okuma Hıristiyan kilise adamlarının hiç öngöremediği bir tehlikeyi de beraberinde getirmekteydi: Tek başına okunabilen ve göz anlamlarını çözerken üzerinde düşünülebilen bir kitap, bir dinleyici tarafından yapılacak açıklamalara ve yönlendirmelere, sansüre ve yergiye kapalıydı. Sessiz okuma okur ile metin arasında doğrudan, tanığı olmayan ve Augistinus'un neşeli deyimi ile "aklı ferahlatan" tekil bir iletişim sağlıyordu.

diYorum

 

54
Derkenar'da     Google'da   ARA